30 Aralık 2009 Çarşamba

Gunessiz gibi

Sabahin altisinda, henuz aydinlanmamisken kis gunu, sehrin cok disinda, genis ve bos bir yolda direksiyonun basinda gezinirken bir sarki calmaya baslar radyoda, nasilsa daha once hic duymadigin ya da yeteri kadar anlayamadigin ama bilindik bir sarkidir. O ana denk gelen duygularin ve sizofreniye sinir komsusu suphesiciligin sana bir seyler soyler durur, acliktan agriyan miden, stresten ve gerilim dolu varligindan kaynakli bomboklugundan asit firtinalari koparken icinde, yine de umursamadan bir sarki elini sigaraya uzattirir, o el gider bulur o sigarayi ve yakar tam da bu sarki calarken.



Bu sehirde olmayan deniz masmavidir, burada okunmayan siirler umutlu, soylenmeyen sarkilar neseli, anlatilmayan masallar yaz gunu aksami gibi kirmizidir, icini isindirir insanin. Ama iste...

Ama iste bu sehirde insan kendini anlamsiz bir sekilde yapayalniz hissedip, sabahin korunde bir sarkiyla midesine kramplar girerek sigara icip, beyin agrisiyla kivranirken uyumak icin olmayan goklere dua etmeye baslar, ama neyse...

ama insan uyumaz iste bazen, dusunur, dusundukce usur ve usudukce kuculur, buzulur, yok olur ve bir sehri niye sevmedigini hatirlayip kalan gunlerini saymaya baslar, nefes almak icin, sadece nefes almak icin yoksa deniz masmavi, masallar sicak olacak diye degil ama belki de,

belki de o da olur, ne de olsa

"uzme kendini umitsiz gibi" ya da uzme kendini gunessiz gibi.

Bir bok olur hayat devam eder, eder bir sekilde.
Ankara ise bir durak olmaktan oteye gecemeyecek kadar anlamsiz bir sehirdir, kimse durmaz burda ama ugrayip gecer, gecer, gecsin.

16 Aralık 2009 Çarşamba

raise a tent of shelter now, though every thread is torn

Bittigi zaman farkinda olmayacakmisim hikayenin, oyle demis pek sevgili hikayeci. Sorsa bir kendisine, nedir bu hikayenin sonunda aranan anlam, yoksa sadece intiharin tatli yaz serinligine guzel ve suslu bir makyaj mi sozleri?

Cevabi vermeye degil, cevabi dusunmeye cesaret edebilecek mi?

Bir hikayedir gidiyor, ben de arada kayniyorum suphesiz. Ama tum bu hikayenin uzaginda, hikayeden bahsetme cabasi da bir hikaye bilmiyor, butun hikayeler yine birbine karisiyor.

Bana bir masalin kahramanini hatirlatiyorsun bazen, hep o onemli ani bekleyen kahramani, sen kahraman degilsin, onemli bir an da yok, gelse de sen kahramanlik yapamayacagin icin bunlarin hicbir anlami yok. Cevir sayfayi.

Yazmaya ya da okumaya, ikisi de ayni artik sonucta, devam et.

Cohen'in bir sarkisi var, dugun salonu estetigi, seksenlerin korkunc kompozisyonlari, ve sigaradan kabarmis bir ses, hepsi guzel, hepsi gulumsetiyor seni. Bu sarkiyi ilk dinlediginde ve sonraki her dinleyisinde, neden olumu dusundun kendin bile cozemedin belki ama bir gun olur da vasiyetini yazarsan bu sarkinin senden sonra, sen giderken calmasini istiyorsun, cunku her seye ragmen, her turlu pislik ve rezillige ragmen, bu sarkiya inandin, ve gittigin gune en cok yakisan sarki budur, baska bir seye degil. Ama iste neden o gunu bekleyeceksin, simdi de calsin o sarki, o sarki calarken kulaklarinda, kar da yagarken yuru, yurumeye devam et, tum o insan artiklarinin degmedigi yollara kadar. Belki calarsa degil, calsin cohen.



ve ben gittigimde, anlatici acimadan beni yok ettigi zaman, bulutlar tek tek yere duserken, yagmur duasinda bekleyen cocuklar, deniz kenarinda aglayan buyukler, kasabanin tam ortasinda artik anlamini yitirmis meydan, golgeler buyurken durmadan, ruzgar eser, ruzgar yavasca tenime dokunur ve bombos ve morarmis gokyuzune son sozlerimi yazip, kapatirim kendi gozlerimi, yagmur alir, yagmur temizler, dua biter, buyukler susar, herkes evine cekilirken kar yagmaya baslar ve kapatir uzerimi, tertemiz, ilik ve bir ruyanin bolunemez guzelligi, yok olus, olmayis ve butun anlamsizliklarin uzerinde unutulup giden baska bir belirsiz zamir, gizli ozne, devrik cumle, son mum da soner sonra, herkes uykuya dalar, daldikca soner yildizlar, ve bir ortu gibi toplanir sonra yeryuzu ve gok, atilir bir kenara, kar hala yagar, deniz hala iliktir, o anda her seyin durdugunu goren kimse kalmaz, ve hic ve belki dance me to the end of love calar radyoda, ve son.

6 Aralık 2009 Pazar

the old familiar sting

Her hayat uzun bir hikaye, ama hikayenin bastan sona yazildigi tek hikaye hayat, sonunu bilmeden, olacak mi, olmayacak mi diye suphelere burunerek, belki de hic beklemedigin seylerle karsilasip hikayeye yeni sekiller vererek, ve sonunu bilmeden bitecek olan tek hikaye hayat. Okudugun romanlar, izledigin filmler gibi degil, bir sekilde bilmedigin bir oyku hayat ama ayni zamanda da yazmak zorunda oldugun. Bu hikayenin anlaticisi sensin, isin en zor kismi bu, ucuncu tekil sahisla anlatmak kolay olurdu oysa ki, ya da soyle diyelim, disaridan biri yazsaydi hayatimizi o zaman daha kolay olurdu sanki hayat, daha guzel degil, daha kolay, sorumluluk, korku, suphe, endise olmadan, sadece olmak, yalnizca var olmak. Sorun da burada basliyor, o zaman onun adi hayat olmazdi, olamazdi, o zaman var olmak tipki bir romanin kahramani gibi onceden belirlenmis olurdu. Aslinda hayati anlamli kilan sey bireyin ozgur iradesinin varligiyken bu ayni kavram hayati da cekilmez hale getirmiyor mu? Getirsin, getirmek zorunda.

Bu buhran, insanin karar vermek zorunda kalmasindan kaynaklaniyor, karar vermenin getirdigi ozgurluk ayni zamanda insani hapsediyor bu ozgurlugun icine. Bir nevi bu ozgurluk ancak elinden ozgurluk alindigi zaman ortaya cikiyor, hikayenin kendi kendisiyle celisen yani bu sanirim.

Her ne kadar tum hikayenin sonunu bilmesek de arada bir, buyuk hikayeyi olusturan bolumlerin sonunu yaziyoruz, yazmak zorundayiz.

Cok degil daha iki aydan biraz fazla bir zaman diliminde, heyecanla karisik umutlu guzel gunlerin fotograflarini ceken bir karakterdi benim romanimin kahramani. Ta ki o meydanda icini gri zemine kusana kadar, umutluydu, beklmeye hazir zannediyordu kendini. Sonra bekledigi gibi cikmadi paket, umutlarinin bir yerlerde saklandigini zannedip yine de zorladi, her seye ragmen, modern dunya komedisi hayatlara selam etmekten kacindi. Ve tum buyuk hikayeler bir bir parcalara ayrildi gozlerinin onunde, simdi ne yaptigini bilmiyorum, cunku artik hicbir seye inanmiyor kahramanimiz, hikayeyi yazmaktan da vaz gecmeye cok yakin, zaten uzun suredir yeni bir satir eklemedi sayfasina, simdi gorebildigim kadariyla bir sarkiyi dinliyor hep, dusuncelerini ya kapatti, ya da artik dusunmeden var olmanin kiyisina ulasti. Her sey boka sardi diye dusunse de, aslinda sarmadigini kendisi de biliyor ama sarmak uzere. Hic bu kadar yakin olmamisti bu ihtimal. Hayatta bir insani neyin ayakta tuttugunu bilmiyor artik, cunku boyle bir sey olmadigini gordu ruyalarinda. Ve balkonlardan atlamayi hayal ederken ilk defa korkmadi olumden, ve ilk defa korkmadigini fark ettigi icin daha cok korktu kendisinden.



Evet, asik olur gibi oldu kisa bir sureligine, ama olmadi hatta nefret etti ihtimallerden bile. Artik hicbir seyin eskisi gibi olmayacagini ima eden bir his, bir yumruk gibi oturdu midesine, tas gibi, agir ve aksak, yerinden oynamadan.

Bazen sorular sordu aynadaki yansimasina, ama hic cevap bulamadi.

Hikayenin kahramaninin yasini merak etmekte haklisiniz, ama ben de bilmiyorum, otuzundan buyuk oldugu kesin ama belki de kendisi de artik hatirlamiyor.

Her sey birbirine karisip bir yumaga donusuyor zihninde kahramanin, etki edemeyecegi seyler var bu hayatta bunun farkinda, ve o durumlardan birine surukleniyor durmadan. Hiyanin olmazsa olmaz cikmazi tum hiziyla yakinlasiyor, ama hayatin kurgulasmis hikayelerden farki da sanirim bu, uyusmazliklar, anlasmazliklar hic bitmiyor, biri cozuldugu zaman baska biri cikiyor ortaya, boyle bir romanin simdiye kadar hic yazilmamis olmasi suphesiz ki sasirtici degil, cunku hikaye tanimi geregi bir uzlasma ve bir denge istiyor sonunda ama dedigim gibi o son hayattayken gorulemeyecek bir son insanlar icin, iste hikayenin aslinda en aci catismasi bu, bitmiyor hikaye hic, bittigi zaman da farkinda olmayacaksin zaten.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Göl-ge-mi

O mutluluk ve umut
Bakıp da gözlerime
Kıyılardan açıldı kıt
Balıkların nefesinde.

İki gün oldu, uzak kaldırımda seni en son göreli.

Ölüm, hayatımızı anlamlı kılıyor geceye ses veren tedirgin kedilerin peşinde. Her şeyin başı ve sonu olması gerekiyor anlamamız için bugünü. Hayatı şekillendiren, yoğurup bir dağın tepesine bir mabetmişçesine koyan, mezara gireceğimiz günün sözü, vaadi. Mezar taşına ne yazılacağına başkaları karar versin, ben başka şeylere karar vereyim.

Yaşadıkça da yaşlanmayı ve pişmanlıkların ve kaçan, gerçekleşmeyen, hayal edilenlerin yokluğunun atmosferi doldurduğunu izleyeyim.

Düşümde kendimle karşılaştım dün gece. Yaşlanmış, saçlarının tamamı kurşuniye çalmış, gözlerinin morluğu eski anıları hapseden soluk bir yüz. Yüzüme baktı, gülümsedi ya da, her şey mahvoldu ifadesini sakladı arkasına. Bir soru sormak istedim kendime, sadece bir soru.

‘Lock all the doors, kill the light.
No one’s coming home tonight.
The sun beats down and don't you know?’

Akşamüstü oturduk bir bankta, cadde kenarında, sokakların aktığı, insanların ölümü reddetmek, unutmak için deli gibi çabaladığı diğer bir dünya zamanında. Her şey aynı, hiçbir şey değişmiyor bu eksende sanki. Biz, büyük hikayelere artik inanmayan kayıp zamanların silik yüzleri, tüm uğraşları anlamaya çabalamak ve anlayamamak arasında sıkışmış, hüzün dolu bakışları olan tek mevsim çocukları. Tesadüf varlığımıza o kadar çok hikâye yazdık, o kadar çok inandık ki kendi yazdığımız hikayelere, bu fazlalık ve inanç asıl amacımızın ne kadar bos olduğunu hiç hesap etmememize rağmen ortaya çıkardı.

‘Yaşa’ dedi babam, annem sessizdi. ‘Sus’ dedi biri, ezan aniden kesildi.

O, ezan okunurken, ölen kardeşine ağlamıştı, bense ona, belki de kendime.

Yanımda oturan ben ‘üzülme’ dedi, ‘sadece sen değilsin, sadece sen olmayacaksın.’

Meydanı dolduran göçmenlerin sergilerde sattıkları taklit çantaların renkleri hep aynıydı; siyah ve kahverengi, çaprazında dizilmiş kefelerde oturan insanların içtikleri kahveler de. İçilen kahve sayısı kadar çanta satılır mıydı?

‘Her şeye rağmen, tüm bu kiri, dağınıklığı görmeye rağmen, nasıl, niye devam ettim, niye hala varsın, yok ol’ dedim, fısıldayarak, cevabini bilerek, kendimi kandırarak.

‘Yaşa’ dedi yaşlı adam. Sesler birbiriyle yarıştı. ‘Sorma’ dedim, ezan hiç başlamamıştı.

‘Tamam’ dedi ‘sormam, zaten bildiğinden emin olmana gerek yok. Zar atıldı, taşlar dağıldı, eksik pulları toplamaya küçük, ufacık insanlar yollandı. Sonra insanlar geri gelmedi, onlar da kayboldu, onları aramaya başkaları yollandı, onlar da dönmedi ama hep gidecek yenileri bulundu, zar dönmeye, taslar eksikliklerinde dizilmeye devam etti. Sen gitmedin, gitmeyeceksin de, bu senin seçimin olduğu kadar senin lanetin de. Gidilen yerde ne olduğunu merak etmek ayrı bir hikayenin konusu, kaldığın yerin gerçekliğik yanılgısı daha dayanıklı.’

‘Sadece bir an istiyorum, benliğimin dışında, etimi çevreleyen her şeyin susmasını, uğultunun yok olmasını, içimde büyük bir boşluğun oluşmasını, o derinliğin içinde kaybolup gitmeyi, bir an, sadece.’

‘Sen o anı ararken, ben bu hale geldim, burada tam yanında, sana gelecekten anılarını anlatmaya ve o an kaybolmaya devam etti ve tamamen kaybolduğu için buradayım, hapsoldum, artik senin gölgenim, güneşe çıkmaktan korkma sebebin, alışsan iyi edersin.’

Sustu.

Kusmak için kasılmaya başladı midem. Kahverengi ve siyah. Ve tam meydanîn ortasına, boşaldı içim, çocuklar koşturup sardı etrafımı. Hava zifir, gece başladı. Dizlerimin üzerinde güneşin doğuşuna kaç saat kaldığına, korkarak, titreyerek ve yeni bir kusma nöbetini bastırarak baktım.




‘All our lives are growing cold’

4 Ekim 2009 Pazar

Yazdan Kalan İkinci Gün: Dilek Şart Kipinde Bir Gece

Hava soğumuyor ekimde, güneş hala parlıyor. Dilek şart kipinde bu kadar çok cümle kurmak hayra alamet değildir, ama hayalin en büyük alameti olsa gerek. 14 gün, yarım ay, neredeyse çeyrek mevsim, yılı bölüp hesap yapmayı boşa çıkaracak kadar kısa bir zaman diliminde geçiyor hikâyenin başlangıcının devamı. Aradan şarkılar geçiyor, insanlar gülümsüyor, öğle vaktinde sarhoş olup, ellerinin kontrolünü kaybediyorlar.

Öğle yemeğinden sonra, kahve keyfinden önce tatlı arası vermeye gittiğimiz kefedeyiz, yolun kenarında küçük koyu yeşil ve kırmızı desenli masanın etrafında, yan yana. Kanatlarını çırpmak istiyorsun ama tırmandığımız tepelerden yorulmuş olduğunu anlayabiliyorum. Hikâyenin başından sonunu tahmin etmeye çalışırken sen, ben de mastikalı dondurma ve çikolatalı sırılsıklam kekin arkasına saklanıyorum, sen kaşığını çekinerek daldırıyorsun bu küçük mutluluğa, gülümseyerek ve beni suçlayarak. Tatlıyı seçmek zor bir uğraş değil belki ama sen 'sana güveniyorum, beni şaşırt' dediğinden, bu gerçekdışı film repliğini ağzından salıverdiğinden beri bu seçim tehlikeli bir uğraşa dönüşmeye başladı bile.

7+5 saatlik bir günden bahsedelim. 7 saatlik dilimden sonra verilen 3 saatlik ara ve kırmızı şarapla karanlıkta dinlenen şarkıları hayal edelim. Şişeyi bitirdik sonunda ve biten filmin ardından ne yapacağını şaşırmış olduğunu saklamak için açıyorsun müziğin sesini. Bazı şarkılar sadece sohbetin arkasında kalmaya mahkûm olsa da, ‘I'm Your Man'e gelince susmak zorunda kalıyoruz ikimiz de. O an, dilek şart kipinde bir gece başlıyor.




Şarkı, 'If you want a lover' dediği anda bu atmosferin içinde yaşanabilecek şeylerin limitlerini hesap etmenin yorgunluğundan bıkıp, uzatmayı istiyorum parmaklarımı.

-Soru sorma artik bana. O kadar çok yalan söyledim ki hayatta, o kadar çok insana… Kendimi inandırdığım yalanlardan biri de sensin belki de, arabanın duvara çarpacağını merakla bekleyen gözlemci gibi bir halim mi var, hasar tespiti yapmak için, aracın güvenlik açıklarını keşfedip daha iyi bir sekle sokmak için, en önemlisi de, ölümcül kazaların sonunda ölüm riskini azaltmak için. Azaltmak diye bir yüklem kullanmak zorundayız, çünkü yok etmek yüklemi giremiyor bu cümlenin içine. Ama kandırmaya devam edelim kendimizi ve bu düşüncelerimi duyamadığın için şükredelim insanin sınırlı yeteneklerine. Yürüyelim, araçlara binmektense. Acının varlığını yadsıyalım, nasıl olsa bir şarkı çalmaya devam eder bir yerlerde, pervaza konar belki bir melodi sözleriyle, ‘eğer’ tatlı bir sarhoşluğa dönüşür.

- Uyumak üzeresin.
- Hayır, değilim.

Ellerini uzatmaktan korkmasan, korkmasak belki bu kadar titremezdik ikimiz de ama yine de emin olamıyorum.

Şarkı sonra devam eder, ‘I'll do anything you ask me to’ diye bir cümle salınmaya baslar odada, geniş, loş ve sigara kokusundan tüm romantik ihtimallerini kaybetmiş odada. Son kez, seni gördüğümde de sarhoştum, romantik birine benzediğini söyleyip kendimi öldürmeyi istetecek cümlelere izin verdim ama olsun şu an bunları düşünmeyeceğim. Bu şarkının sözlerini ezbere söyleyebilecek kadar sarhoş olmamışım anlaşılan ama aradan kaçıyor bazı cümleler.

‘And if you want another kind of love
I'll wear a mask for you.’

- Niye gülüyorsun?
- Bilmiyorum.

‘If you want a partner
Take my hand’

- Bana bakma hiç, ben de niye güldüğümü bilmiyorum.

Gülümsemeye devam ediyorsun. Cümlelerini seçerek konuşmasan benimle, içinden geçeni söyleyebilsen ve belki camdan siyah geceyi izlemektense ya da ne diyorum ki ben, bunları nereden bulup çıkarıyorum. Dünyanın pisliğini bir kenara bırakalım mı diye bir teklifle gelmeni ve sonra her şeyin değişip, renklenmesini hayalleyen bir yer mi var içimde? Doğruyla yalanın arasındaki yolları kat etmeyi… Bir zamanlar masalları dinleyen birer çocuktuk çoğumuz, bazılarımız hiç dinlemedi o masalları, fırsatı olmadı kısa sureliğine de olsa evrensel bir doğrunun içinde yaşanabileceğine inanmaya. Ama biz inandık, biz şanslıydık, şansımızı kötüye kullanan utanç abideleri olarak yasamaya devam ettiğimizi hayal ediyoruz. Sana belki de hiç tutmayacağım sözler vermek istiyorum. Her şeye rağmen, hikâyenin gidişatını bilmek için çırpınıyorum. Zor olan hikâyenin sonunu bilmemek, bu yüzden de hangi rolü, hangi maskeyi uygun hale getirip sunacağımızı bilmemek mi? Bu içimdeki duygunun sebebi sen misin yoksa ben mi? Ellerini izliyorum, ellerini seviyorum, bunu sana söylemeyeceğim hiç belki de. Şarkıya kendini kaptırdın bile.

‘Or if you want to strike me down in anger
Here I stand
I'm your man’

Rüyamda denizde yürüyebildiğimi görmüştüm yıllar önce. Bir kıyıdan diğerine yürüyerek geçebilmiştim sanki dünyanın en olağan olayıymış gibi. Karşı kıyıya ulaştığımda sen vardın, sırtın denize bakarken sigara içiyordun yine. Herkes denizin dalgalarına şiir yazarken sen başka bir yere bakmanın verdiği yalnızlıkla çevriliydin.

‘If you want a boxer
I will step into the ring for you
And if you want a doctor
I'll examine every inch of you’

Derimin altına geçiyor ellerin, ellerim ellerini buluyor. Zamanın akışı yavaşlıyor, birer fotoğraf karesi gibi değiyoruz birbirimize. Maskelerini çıkar ve benim de maskelerimden kurtulmama yardım et. Sadece anlaşılması zor bir yavaşlama değil bu, ellerim de durma noktasına çok yakın. Ve dilek şart kipi, gerçekliğe dönüşüyor, sarıyor her yeri.

‘If you want a lover
I'll do anything you ask me to
And if you want another kind of love
I'll wear a mask for you’

La petite mort, hikâyenin başlangıcının devamında, sona yakın kısım. Bir şekilde gerçekleşiyor, gerçekleşmezse sanki öncesinde var olan her an anlamını kaybedecek, gerçekliğini yitirecekmiş gibi korkuyoruz. Belki de öyledir, belki de değil ama sonu hep ayni bu hikâyenin. Post-coital tristesse olsa bu hikâyenin adı, ama hep öyle kalmak zorunda olduğunu görmezden gelsek. Hemen gitmek lazım, uzaklaşmak lazım, bahşedilmiş en lanetli özellik, en büyülü deneyimlerden sonra geliyor.

Kendimizi kandırmayı seviyoruz tür olarak, evrimimiz bu noktaya geldi geleli belki de sorunların en büyükleriyle yüzleşmekten korkar olduk. Şarki bitiyor ve yaşlı bir adam mırıldanmaya başlıyor bu sefer, büyü bozulup yere düşüyor, parçalanıyor, bin bir parçaya bölünüp gülümsüyor bize.




From pleasure of the bed,
Dull as a worm,
His rod and its butting head
Limp as a worm,
His spirit that has fled
Blind as a worm.*

Gidiyorum sonra, alelacele.

Sigara olmazsa bu hikâyede, yazarın yazamayacağını biliyor hikâyenin izleyicisi. Şarap da gerekiyordu muhakkak, ne de olsa günlük hayatin gerçekliğinde tahrifat kolay gerçekleşmiyor, bitkisel mutluluklar eksikliğinde.

Hikâyenin bazı yerlerine sıkıştırılmış duyguların eklenmesi, patlamalara yol açıyor. Acımadan, umursamadan, koşarak uzaklaşıyoruz sahneden. Yıllar önce rüyamda gördüğümde seni, yüzünü görmeme izin vermemiştin, yüzün yoktu belki. Masaların dizili olduğu sokaklarda yürümüş, üzülmüştüm kendime. İçimdeki patlamaların sebebi sensin, ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyeceği gibi aslında her şeyi daha da zor hale getiriyor. Neden neler olacağını, hangi yoldan geçip, nerelere ulaşacağımızı merak etmekten bıkmıyoruz da bu uğraşın şu anı mahvettiğini göremiyoruz. Peki, açık konuşayım kendimle bir kere de olsa. Sen gideceksin, ben gideceğim. Bu hikâye bir yerinde bitmeye değil, bir yerinde kesilmeye mahkûm. Bunu bile bile sevimli işkenceler, korkunç sevgiler, acımasız mutluluklar diliyorum bize. Bırakalım, yarın seni gördüğümde ne yapacağımı düşünmeyeyim, öylece geçsin zaman, sadece geçsin, muhakkak hikâyenin bir yerlerinde bahsi edilecek dönüm noktaları olacaktır, olmazsa da alışkınız zaten, bastan böyle olacağını biliyorduk deyip kandırırız kendimizi.

Bir hikâyenin çok farklı hikayeleri vardır derdi arkadaşım.

- Bir hikaye kendi başına bir hikaye olmaya çabalayadursun, arkadan çeşit çeşit hikayeler doluşur kağıda. Ya da ayni hikâyenin, farklı zamanlarda, farklı anlamları, farklı insanlara, farklı saatlerde bilinmez sözleri vardır. Hep bir hikâye vardır ama her zaman, anlatılan, yazılan, devam eden. Suya karışmış bulanıklığı asmak zor olsa da, o farklı hikâyeleri de gördüğün zaman asıl hikaye gerçek anlamını ortaya çıkarır. Uzun sayfalar, geceler, yalnızlıklar sonunda birileri hep o odada oturmaya, zamanı durdurup, tarihi reddetmeye, tüm yaşanacakları, sonradan gerçekleşecek her şeyi, o her şeye sebep olan ilk tek ana kilitlemeyi seçecektir. Anahtar kayıp, hiç var olmadı belki de, bize düsen oyunun kurallarını bozup, bile bile, yeniden oynamak, hikâyeyi bölüp, parçalayıp yeniden yazmak belki de. Semanın altında söylenecek yeni bir şey yok deseler de, yeni söyleme şekilleri hep olacak. Bu yüzden belki de bütün çabamız, bir insanın hayatını hikâyeye dönüştürmeyi istemesi, başını, sonunu ve genel çerçevesini yazmayı arzulaması.

Belki de, tam da bu sebepten, kaybedeceğini bile bile lades demek zor olmuyor, ne de olsa başka bir hikâye başlamak zorunda, bir yerlerde, bir zaman, bir şekilde.






* The Chambermaid's Second Song, W.B. Yeats

Bonus:

29 Eylül 2009 Salı

Yazdan Kalma Bir Gun

Gozlerimin icine bakmaya cesaret edememen cok normal, uzerine dusen gunesin kizil isiklariyla gozlerinin kamasmasi ve bunu bahane edip kafani cevirmeye firsat bulman, bunu fark etmedigimi umman da oyle. Siyah gomleginin mor dugmelerinden yansiyor benim fotograflarim, pembe, bej tasli yola yakin semsiyenin altinda oturmayi ozledigimizi ilk kim itiraf edecek diye bekliyoruz. Gozlerin kamasirken gulumsemeye de gucun oldugunu anliyorsun bir anda, kisa, kahverengi saclarina gunes arada bir yeni renkler katadururken, hafif bir ruzgar da dunyaya yeni bir resim ekleme cabasina yardimci oluyor.Parmaklarim saclarina uzanmayi istiyor.



Bu sarkiyi ilk defa seninle, kaloriferi bozuk, soguk bir odada titrerken ve gozlerim kapali dinledigimi sen bilmiyorsun belki de. Radyonin sesi kisik, kucuk fare bize seslenmeye artik ihtiyac duymazken, uzaniyoruz. Seni gordugum ilk ve son gunun sarkisi, bir kis gunu ve her yer duman, her nokta nane kokulu.

Summertime,
Child, your living's easy.
Fish are, fish are jumping out
And the cotton, Lord,
Cotton's high, Lord so high.

O zamanlar yasliydin sen, bense cok genc. Yuzyuze geldigimiz andan sonra, bir gemici barinda sabahin ilk isiklarina kadar sigara icmistik durmadan, biraz da bira ama sarhos olamamistim ben bir turlu. Kendime uzuldugum, sana acidigim bir gecenin sabahiyla birlesip gunu unutturdugu zamanin sonunda yapay isik hissi veren kis gunesine ciktigimizda yuzunu saklamistin, ve elimi tutmustun.

Buyukannen, neredeyse bir asir once Izmir'den Sakiz Adasi'na kactiginda ilk tanistigi adamla evlenmeseydi, sonra o adam oldugu icin, ikinci bir adamdan 8 cocuk daha dogurmasaydi, o cocuklar ulkenin farkli yerlerine dagilip, izlerini kaybettirmeseydi, belki de, bu sarkiyi hic dinlememis olacaktim.

Your dad's rich
And your ma is so good-looking, baby.
She's a-looking pretty fine to me now,
Hush, baby, baby, baby, baby now,
No, no, no, no, no, no, no,
Don't you cry, don't you cry.

Ictigim ucuz frappe gomlegime damlamadan once, agzimda biriken seker tanelerini eritmeye calisirken, ikimiz de konusmadan ikinci ve son kez birbirimizi gordugumuzu fark ediyoruz. Bu sefer yazdan kalma bir gunde, yalanci yazin her saniyesine sonsuz guven duyarak titremiyoruz.Bu anin ihtimaller dahilinde olacagini bilmeden, kanatlarini cirpmaya usenmenin tadini cikarmak icin buraya ugradigimi sana soyleyemiyorum.

One of these mornings
You're gonna rise, rise up singing,
You're gonna spread your wings, child,
And take, take to the sky,
Lord, the sky.

Bardagi tutusumdan romantik biri oldugumu iddia etmen kadar surreal gelen cok an var bu kucuk hikayede. Okumana izin vermeyecegim sayfalari, okusan da anlamayacagin satirlari yavasca, alnimda biriken terle birlikte yaziyorum kucuk deftere. Yine de sadece, heyecandan gerilmis ve konusacak bir seyler arayan ve o garip uzun sessizliklerin rahatsiz ediciliginden bunalan sadece ben degilim diye seviniyorum. Bana hikayeler anlatiyorsun yine, bana benim hikayemi anlatacak kadar acik sozlu geliyor sesin. Hayatta senin hic dilenmedigin, umursamadigin ve belki de oyle gorunmek zorunda hissettigin yaz gunu sicakligini hep beklemis olan ben olsam da bunlari belli etmiyoruz ikimiz de.

Sorularini soruyorsun ve ben cevapliyorum bazen yalan soyleyerek, senin de belki aynisini yaptigini dusunerek. Bir hikaye anlatiyorsun bana, belki de asik oldugunu dusundugun zamanin hikayesini. Hikayeyi kisa zamanli bir ziyarette, dogu avrupa sehirlerinden birinde yasiyorsun. Iki haftada yasanabileceklerin sinirini zorlamak gibi bir derdin yok, geri donecegini, orayi terk edecegini biliyorsun, bu yuzden fazla irdelemek istemiyorsun, istesen de durduruyorsun kendini. Bir yabanciya, hic asik oldun mu sorusunun karsiligi olarak, bu hikayeyi anlatacak kadar durust, ayni zamanda da kalp kiricisin. Bunlarin hicbirinin farkinda degilsin ama yuzundeki her cizginin anlattigi hikayeleri ben daha cok merak ediyorum, tahmin ediyorsun. Iki haftadan sonra yazdan kalma gunlere donerek devam ediyorsun hayatina, geceyarisindan once uyumayarak, sabah erken saatlerde kalkip isine yetiserek. Okudugun hikayeleri bana anlatmak icin okumus olma ihtimalini dusunuyorum ben de ya da oyle bir hikayede yasamayi dusledigini. Ikimiz hayatin cogu zaman garip ihtimaller sebebiyle sekil aldigini ima edemiyoruz, cunku ayni garip ihtimallerin ayni hayati mahvedebilecegini ve isinma problemi cektirecegini biliyoruz. Senin hikayen iki hafta surerken, benim hikayemin en fazla o surenin birkac kati kadar surebilecegini yaziyorum hikayelerimden birine.


Yillarini gecirdigin, her adimini attiginda ne olacagini bildigin, bulutlar gorununce kac dakika yagmur yagacagini kestirebildigin, neredeyse herkesin seni tanidigi sehirlerde, bir orumcek agi gibi genisleyerek cogalan tanisikliklarinin arasinda, ihtimalleri curutup bitirdigini bilmek imkansiz. Bir sehirde ne kadar az hatira olusturduysan ondan kat kat fazlasini olusturacaginin iyimserligiyle her seyi yapabilirsin, kotu ya da guzel, cirkin ya da iyi, pis ya da herbiri. Butun ihtimaller tanisikliklarinin coklugu ya da azligina indirgendigi zaman, hayatinin artik yasanmaz bir hale geldigini, o hep kucumsedigin umut ve umit etme hallerini kaybetmenin parca tesirli etkisini bilmen zaten yasami zor ve dar eden.

Sesime sigara bulasiyor arada bir sevgili seyircim, nefes almakta gucluk cekmeme sasirmana gerek yok hic. Zaten bir sure sonra cok zaman sonra olusacak midemdeki kramplarin, bogazimdaki dugumlerin izlerini gorebilir hatta fotografini cekebilirsin. O fotografi saklayip sonra vakti gelince, ben sana haber verince, fotografa bakip hayal edebilirsin neler oldugunu. O parlak sayfaya su ani degil, gelecegimi hapsedebilirsin. Uzun aksamlar sonra bir gun belki kar yagarsa, biraz da usudugumu hayal edebilirsin. O an iste gelecekte yasadiklarimin su ani etkiledigine inaniveririm belki, seni de kandirabilirsem su satirlara okumana izin veririm.

Maviyi topraga batirip cikardiktan sonra, sekil verip yerlestiririm yerine bazen, adini de gokyuzu koyarim. Altina yerlestiririm hep kucuk adalardan olusan okyanus genisligini. Sonra uzerinde bulundugum buluttan belki duydugum bir sarki yuzunden atlarim asagiya, ucmaya mi baslarim, sarkiyi mirildanmaya mi?



Yorulmamiza gerek yok, hicbir seyi konusmamiza da. Zaten olasiliklarin herbirini dusledigin anda, goreceli bir siirin dizelerini de yerlestirmis oldun sayfaya. Hikaye basladigi gibi bitmek zorunda, yoksa ona bir oyku gibi yaklasip, okuma istedigi de duymazdin. Genel resmi gormeyi takinti haline getirmis gibiler icin en tehlike bilinc budur derler eski cadilarin kitaplarinda, kucuk fareyi arayip bulsam, birkac soru sorsam, tavsiyelerini dinlesem tekrardan. Yok hayir, naneyi sevmiyorum artik, nane de beni, rengi o sehri bu sehri hatirlatan hicbir seyi, sesi o insani bu esyayi animsatan herseyi bir romana doldurup kapatabilmektir hayalimdeki yazarin gordugu ruyanin en buyuk amaci. Zamani alip, yuvarlak bir nesneye donusturdugumu izle, kahvenin biraktigi kahverengi izler, gomlegimden gecip tenime yapisti ve yanik bir koku burnumda iceriye bacadan cikan duman gibi giriverdi. Senin soyleyeceklerini dusleyemiyorum, o gun geldiginde bu hikaye de bitecek ama o gun gelene kadar, o gunes dogup, o isiklar her yeri sarartana kadar

until that morning,
Honey, n-n-nothing's going to harm ya,
No, no, no no, no no, no...
Don't you cry — cry.

Gercekligini arayan bir hikayenin kahramani, ayni sarkinin aldigi farkli halleri birer zaman birimine donusturur sonra. Bu uc farkli halin ilki dogumu, buyumeyi ve ne oldugunu bilmeden gulumseyip ayni anda aglamayi anlatir. Ikincisi arada kalmisligin verdigi dogal bilinmezlikle, daha az aglamayi ve daha az gulumsemeyi ve hayal etmeyi bir siire donusturup bekler. Ucuncusu ise butun bunlarin hepsinden sonra ve hepsinden once gelir, hep oradadir ve herseyi icinde saklar, ayni anda gulumseyip aglamanin fiziksel gercekligi, hayallerin ve gerceklerin birbiriyle birlesip, istedigin gibi bir gokyuzu yaratmani saglayan, bulutlara kurabiye kaliplariyla sekil verip, denizleri berrak ve dalgasiz maviyle karistirip kahve kopugu gibi beyaz bir tabaka olusturmanin ruyasidir. Bu uc zaman biriminin ayni anda kesistigi bir yer var der eski yazitlar, belki bir hikaye okurken cikar karsiniza, belki guneste otururken kahve damlayinca gomleginize. O anda parmaklarinizin istediklerine izin vermezseniz bu sansi kaybedip belki de bir daha yakalayamazsiniz diye de not duser eski zaman yazitlari ama bu hikayenin kahramani o uc zaman birimini de alip, bir kaba koyup karistirdiktan sonra bu yazitlarin sahipleri mezarlarinda rahatca uyumaya baslamislar diye de bir soyletinti vardir. Her halukarda gecerli olan kural burada da gecerli oldugu icin, neye inanip inanmamak gibi bir ikilemin yeri yok bu hikayede. Gun gelince hepsi anlamini kazanip, ucmaya baslayacak zaten. O parmaklara izin vermemis olanlar da anlayacak, gec de olsa guc de olsa. Hikayeyi guzel yapan, basindan sonunu tahmin etmeye calismak degil midir zaten?

28 Eylül 2009 Pazartesi

Kilitlenmek, Seni Sana Birakmamak

Suraya oturmus yazimi yaziyordum ve gayet tabi gereken sarkiyi, Yasmin Levi'den Naci en Alamo'yu arayip dururken bununla karsilastim, yazamadim. Buyrun. Bu yazi da boyle pic edildi derler bizim oralarda.



Tatlises'in videonun sonundaki yuz ifadesi: paha bicilemez!

26 Eylül 2009 Cumartesi

Sonsuzluk ve Bir Gun

Bir balkonum var bir apartmanin en ust katinda, kucuk, gri demir parmaklikli bir sehir manzarasi. Sol basta canak antenlerin ve kirli binalarin arasindan gorunen Akropolis, sag basta sehrin en buyuk kilisesi manzaraya dahil.Balkonun icinde iki adet plaj sandalyesi olan, parlak, kirmizi, yesil, mavi ve sari renklerde ciceklerle desenli. Bir sehre bakiyorum bu balkondan, uyaninca ve uyanmadan once ve aradaki zamanlarda.

Gordugum belki de en cirkin balkon manzaralarindan birine aday olabilecekken, cilvesini sehrin karmakarisik, daginik siluetinden alip kandiriyor beni. O sandalyelerde bir zamanlar karsilikli oturan bir cift vardi, kendi gozlerimle gormedim, o yuzden belki de varmis. Birisi aylar once yasamini yitirdi, digeri ise su aralar olmeyi belki de herkesten cok isteyecek kadar aci icinde bir yataga mahkum, belki de su satirlar yazilirken ayriliyor varligi bu dunyadan, bilmiyorum.

Bildigim tek bir sey var, ikisi de yillar once bir yaz aksami bu balkonda otururken bu gunu dusunmediler hic, bu anin gelecegini ne kestirebildiler ne de hayal edebildiler. Belki de o andaki varliklari hep uzayan, sonsuza giden bir izmis gibi ciziliyordu akillarinda, tipki balkonda gorunen gunesin Akporolis'in tepesinden dogup, kilisenin sagindan battigi gibi. Her gun gerceklesen, aksatmadan, bekletmeden, bir sekilde devam eden bir dongu gunesin dogmasi, batmasi ve bu manzara insana bulastiriyor hastaligini.

Sen de uyanacaksin yarin sabah, ve uyuyacaksin sonra. Arada yemek yiyip, kahkahalar esliginde mutlu oldugun ve herkesten cok bildigin icin, bilincinle boyayacaksin aksamlarini, sonra biraz icmek isteyeceksin, isteyeceksin cunku o bilincin seni yoracak ve zayiflatacak. Hicbir yere gitmeyecegini bilsen de biraz icip, kendini kandirmak isteyeceksin, gunes o anda asili kalacak havada. hareket etmeyecek. Belki de ogle vakti, belki de tam ogle yemeginden sonra.

Karsi apartmanda dizili balkonlarda sira sira, kalabalik ve bol kahkahali, bol zeytinyagli aileler goreceksin, sen de oyle olmayi ya da oyle olmadigin icin mutlu olmayi isteyeceksin bir yerlerde. Ama istediklerini yapacak birileri olmayacak ve anlayacaksin o zaman, beyninin ya da orada her ne varsa onun icinde yasadigin hapis hayatinin ve her seyin, simgelerle dolu hayatinin bir uzun romandan farksiz, belki daha ayrintili, belki daha gercekci, belki daha mutlu ya da mutsuz oldugunu farkedeceksin. Iste o anda, o kalabalik manzaranin arasindan bir melodi calmaya basladigini duyacaksin.




O an, farkina vardigin hayatin, aslinda istediklerinin neredeyse hicbirinden olusan bir kolaj gibi gorunecek gozunde, uzun yillar once, genc yaslarinda, herkesin dediklerini saygiyla karsilayip biraz da ruzgara biraktigindan kendini, yasamak odun vermektir diye fisildayacaksin.Ictigin sigaralardan sesin belki de artik cok farkli cikacak, yillar once ayni seyleri soyleyen sen ve su anda bunlari dile getiren sen ayni degil artik. Farkli olan nedir diye sorsan da anlamlandirmak icin gecirdigin tum senelerin, uzaklarda ve kendisinden artik haber alamadigin tek cocugunun kucukken agladigi anlari hic unutmayacaksin ya da aglattigin anlari.

Yillar once, bu sehre cok yakin bir ada koyunde beraber gezdiginizi o anda izleyeceksin balkondan, tam karsina, gokyuzune gerilmis bir sahnede, dagin arkasinda deniz var, gorebiliyorsun belki de ama onemli degil. Tek hayalini kurabildigin ve umrunda olmasi gerek sey gibi gelen ruya bu. Sevdigin kadin ve cocugun, tam aranizda, kisacik, kirmizi bir elbiseyle, gulumsuyor sana, cocuklarin gulumsemesi farklidir sen de biliyorsun bunu, ogreneli belki onyillar olsa da, bunu hep hissedebiliyorsun. Sevdigin kadin da kirmizi, askili bir elbiseyle tam diger yaninda duruyor sahnenin, o da gulumsuyor, buyumus, yasamis insan gulumsemesi. Cocuklarinki gibi degil, farki biliyorsun ama anlatamiyorsun.

Kendine bakiyorsun sonra, sen de oradasin, o sahnede ama hissedemiyorsun. Buruk bir gulumseme senin de yuzune yayilmak icin caba sarfediyor belli ama aklindan gecen binlerce tren ve sehirlerin acilari, insanligin pislik dolu gecmisi, hepsi bulandiriyor bakisini, nefes alisini, gulusunu ve cocugunun elini tutus seklini. Gunes sahnenin arkasinda, dagin kenarinda olmasi gereken denize dogru batiyor yavasca. Yillarini harcamis bir insan, neye harcadigini dusundukce mi aci ceker yoksa dusunmedikce mi? Soru sormaktan yorulmus, hayatin hep sorulari sormak ve belki bir gun bir cevap bulabilmek icin gecen saatlerde dolmus, evinin her kosesinde biriken kitaplar tozlarla kaplandikca, zihnin de ayni eskimeyi gostermis belki de, ama hepsi hafizanda, hepsi taze bir sekilde duruyor yerli yerinde.

Zamanin tanimlanabilir bir yani yok, sen de biliyorsun. Denesen de, denemenin bile bir insan acziyeti oldugunu anlayacak kadar bilinclisin, o ayni bilinc seni uzse de zaman zaman, o ayni dunyayi goren gozler, artik gormeyi istemese de bu sensin.

Sen gideli cok olmus, belki de olmamis, belki de hala o balkonda arada bir izliyorsun o sahneyi. Salondaki siyah koltukta gecirdigin kalp krizi, bir hisse donusup evin her yerine yayilmis, yerlere sinmis, camlara iz birakmis ve balkondaki sandalyelerden birinin uzerine coreklenmis, oturuyor oylece. Diger sandalyenin sahibi de su saatlerde belki de birakiyor ayni etkiyi yavasca, uzun yollardan sonra ancak gelip bulacak bu balkonu, belki de gelmek istemeyecek, bilmiyorsun, bilmedigin icin oldugunu hatirliyorsun.

Dusecek gibi duran bir balkon bu, bulutlanan havadan akan yagmurla islanan.

Bir ruya gormek istiyorsun simdi, piyanoyu duyacaksin bu sefer, farkli bir melodi calmaya baslayacak.



Olmeden once o balkonda, ikindi vakti tam gunes karsindayken oturuyorsun. Yaninda kullugun, sigara paketin ve cakmagin, ickini artik bardaktan icmenin gereksizligini anlamissin. Karsindaki sandalye bos, hicbir zaman dolmayacagini, hayatinin bu noktaya geldigini, zamanin bukulup, evrilerek, butun yasanan her seyden sonra burada tek basina olecegini biliyorsun. Cocuguna kucukken okuttugun kitaplari hatirliyorsun, gurur duyuyorsun kendinle. Sevdigin kadinla geciridigin guzel bir aksami animsiyorsun, mutlu hissediyorsun. Yillar gecmis olsa da, bu kavram zamani istedigimiz sekli vermenin aci bir sonu olsa da, o anlar hic eskimemis gibi canlaniyor tam karsinda. Bu balkonu bu yuzden seviyorsun, hem sehri gorup dunyaya baglaniyorsun, hem de karsindaki gokyuzunde hayalini kurdugun anilarini sahneleyip tekrar tekrar izleyebiliyorsun. Hatalarinin farkinda misin, tam olarak bilmiyorsun ama eminsin ki herkes yanlis kararlar verip, kotu sonuclara sebep olabiliyor hayatta, sen de sadece o ayni kavmin bir uyesisin, milyarlarca insandan, yasamis, yasamamis, yasayamamis yiginlardan farksizsin ama farkin bunun farkinda olman diye yine gurur duyacak bir sey bulabiliyorsun kendinle ilgili. Kafani salliyorsun, bunlari dusunmeye gerek yok simdi, hava kararir kararmaz salona gecip, siyah koltuga oturup kalp krizi gecireceksin ve artik bitecek bu izdirabin ama yine de gitmek istemiyorsun, aci da olsa durmak istiyorsun o balkonda, salondaki koltuk artik hosuna gitmiyor, oraya ugramadan cikip kacmak istemiyorsun belki ama balkonda iceriye girmenin neyi baslatacigini bilip korkuyorsun. Bir yerlerde okudugun bir yaziyi hatirliyorsun, insan yasamayi ogrenirse olmeyi de ogrenir, olmeyi ogrenmek yasamayi ogrenmetir diyordu o yazi. Onu anlamak uzeresin birazdan, ve gunes karsinda kirmizi, tipki o sahnedeki kirmizi gibi parliyor. Sonra karsinda dag sahneden cekiliyor milyonlarca atli tarafindan, sen hep o hayalini kurdugun gunesin batisini tam gorebil diye. Bu sefer arkasina saklanacak bir dag yok gunes icin, sadece mavi ve dalgasiz upuzun ve genis bir deniz var. Gunes yavasca batiyor denizin icin, ufuk cizgisine gitmeden karsinda yakinda bir yerlerde giriyor denizin icine gunes, kirmizisi hafifce solmaya basliyor gunesin ama atesi sonmuyor, dumanlar cikiyor her yerinden dev kutlenin. Gunes tipki caya atilmis bir seker gibi gomuluyor yavasca denizin tam ortasina, dunyanin tam ortasina, hava kararmaya basliyor, los bir kirmizi isikla kaplaniyor hep bildigin gokyuzu. Son sigarani sondurup, ayaga kalkiyorsun ve o sahneyi tekrardan izliyorsun gunesin los isiginda, tam da denizin uzerinde kurulmus sahnede. O anda bir seyler soylemeye basliyor sahnedekiler, sen degilsin konusan, belki sevdigin kadin, belki de cocugun ama duyamiyorsun. Bagiriyorsun tekrar edin diye ama duyamiyorlar seni, sadece gulumsuyorlar, ucunuz de gulumsuyorsunuz. Bir cocuk, iki buyuk gulumseme, yasamis, yaslanmis insan gulumsemesi. Sen cocugunun gulmusemesine bakiyorsun, ve belki de yillar sonra tam da olmeden once, tam da salondaki siyah kanepeye gidip kalp krizini gecirmeden once, o gulumseye senin de yuz kaslarinin izin verdigini fark ediyorsun. Siyah koltuk seni bekliyor, sen de balkonun kapisini kapatmadan geciyorsun iceriye. Koltuktan hala gorebiliyorsun gunesin uzerine dizilmis sahneyi ve bir seylerin eksik kalmis oldugu dusuncesiyle karisik gulumsemeni. Iste o anin olmek icin en guzel an oldugunu biliyorsun, sadece bir sey istiyorsun bir gun daha, sadece bir gun daha yasayabilmek. Yillar once izlemedigin bir filmde gecen bir repligi dusunuyorsun sonra, hic haberin olmadan. Yarin ne kadar surer diye sorabiliyorsun, sonsuzluk ve bir gun derken koltugun icine gomulusun tipki gunesin denizin icine gomuldugu gibi bir resim ciziyor dunyaya, oylece tam da orada, bitiyor duydugun melodi.

25 Eylül 2009 Cuma

Otel Odalarinin Cekiciligi 2 ve Otel Odasi Fetisleri

Bazi sarkilar, filmler, kitaplar ve belki de resimler, fotograflar vardir ilk bakista insanda bir gulumsemeye sebep olacak kadar basit bir mutlulugu anlatir. Bu his belki bir saniyeden fazla suremez, pesinden bir huzursuzluk, bir rahatsizlik gelir. Insan mutluluklari anlatan filmlere agladiginda en cok aciyi hisseder, verir. Heyecanli bir ezgide gozleri dolarsa birinin, zaten aci veren bir sarkiya aglayan insandan daha cok insanin icini acitir bu sahsin durumu. Zitliklarin biraraya gelmesiyle aci katlanir belki de, aci ustune aci kondurdugunda olusan imge belki de mutlulugun uzerine ilistirilmis acidan daha acisizdir, daha huzun yoksunudur. Boyle 'seyler' bir nevi kisiligi olan 'seylerdir.' Tek boyutlu degil, aci ve mutlulugun birarada varolageldigini gostrenen ve bunu anlatmakla aslinda en buyuk imgeleme isaret eden 'seyler.'

Insan yapimi her sey bu ozellige sahip olabilme ihtimalini icinde tasir. Sadece sarkilar, filmler, kitaplar ya da resimler, fotograflar degil ayni zamanda sokaklar, sehirler, binalar da bu kategoriye girer hic caktirmadan. Binalardan, apartmanlarin kisiliklerinden, binanin ozelligine gore sekil alan sesinden haberi vardir her insanin bilinclerinin bir katmaninda. Oteller de bu kategorinin en eglenceli, en cok cesidi olan, karakter bollugu ile ihtimallar dunyasinin biraraya gelmis halleridir. Yeni dunya duzeninin olusturdugu tekduze, birbirinin ayni otellerin karakterleri cok sorunludur ama eskiden kalma, bir esi dahi varolmayan, belki de bir konaktan otele donusturulmus, yataklari, esyalari birbirinden farkli olan, her odasi aslinda farkli hikayeler anlatan otellerin karakterleri vardir, onlarin seslerini, size bir seyler soylemek istediklerini icine adim atar atmaz anlarsiniz.

Zebercet'in yasadigi, yonettigi, ilgilendigi, duzenledigi Anayurt Oteli de kendi kisiligine sahip bir oteldir. Oyle ki Zebercet'in sahip olamadigi, olmak icin belki de farkinda olmadan sancisini cektigi bilince otel sahiptir. Gecmisini, tarihini her odasinda saklayip, uzerine soyleyeceklerini ekleyip Zebercet'in aklinin odalarina donusur otel. Zebercet'in sahip olamadigi 'kisilik' otelin hikayesinde ortaya cikar, otelin odalarinda bir bir olusturulur ve bir ustanin kaleminden oteli olusturan odalar, esyalar ve odalarin ziyaretcileri ve gecmisleri Zebercet'in kisiligini olusturur. Zebercet varligini ve bilincini, bir nevi yasama gudusunu otele borcludur ancak bu duzen hic beklenmedik bir olayla degisir. Otel odalari birer karanlik zaman uykularinin mekanlari oldugu kadar ayni zamanda gunahin, yalnizligin, sucun ve arzunun bekcileri olurlar. Otel odalari cekiciliklerini ziyaretcilerine borclu oldugu kadar, itici ve bogucu gucunu de ayni ziyaretcilere borcludur. Iste bu karmasada dogan Zebercet'in niye, nasil yaptigini anlamadan havlularla sevismesi, uzerinde ruj lekesi olan bir cay bardagini opup oksamasi, o kadin'in kaldigi odayi kimseye kiralamamasi, Zebercet'le Otel'in beraber yapmak istedikleri eylemlere donusuyor.

Zebercet, modern dunyada yalnizligin artik bogucu ve oldurucu bir kisiliksizlesmeye goturdugu insanin kemiklesmis halidir ve o Otel de bu kemislesmenin buyumus ve devasa bir yapita donusmus heykelidir. Zebercet, yasadigi dunyayi anlamlandiramaz. Otel gibi gecmisi bugune baglayan degisimleri ya da farkliliklari deneyimleyememistir, otelin odalari kadar sansli degildir Zebercet. Bu garip dunya fazlasi varligi, Zebercet'i katil de yapar bir havluya tecavuz eden bir zanli da. Sonucta fiziksel olmayananin yoklugu kendini fiziksel olanda ortaya cikarir, bir umut ve mutluluk vadederek belki de.

Iste bu romanin sonu da bu yazinin basinda bahsi gecen bir karsitlikla biter ve okuyanin bogazina dugumler tikar. Zebercet hem olur, hem de belki de en zevkli ve guclu orgazmini yasar. Otelin odalari, bir odanin tavani yardim eder Zebercet'e. Duvarlar seslenir, otel soylemek istediklerini bitiremeden kapanacak olmanin acisini gicirdayan tabanlarinda belli eder. Zebercet ve Otel ayni anda sahneden ayrilirlar, ikisinin de fiziki varliklari orada salinadursa da artik, varliklari yokluga donusmustur. Bunu sonucunda Atilgan'a saygiyla methiyeler duzmekten baska bir sey yapilamaz.



Vangelis'in Blade Runner icin yaptigi One More Kiss, Dear adli sarkisi da hem gulumsetir hem acitir insani. Romanin son sahnesinde calmasini diledigim de bir sarkidir. Oylece, garip bir sekilde.

Kuyara ile Adako ve E.

" - Simdi kis olsun istiyorum, dedi.
- Neden?
- Soguk olsaydi seni ortup bastirmak bahanesiyle yanina gelir, bir daha operdim.
- Gel!" *

Ermou caddesinin girisinde ilk sokak muzisyenlerini goruyorum. Klasik gitar, keman ve yan flut uclusu tanidik bir melodi caliyor. Turkiye'de 'Benim Butun Ruyalarim (Dualarim) Seninle' ismiyle bildigimiz, Carlos Almaran'in 'Historia de un Amor' adli bestesini caliyor sokagin girisindeki muzisyenler. Ilk defa o caddeye giriyor olmamin verdigi heyecanla, durmak istemiyorum once ama muzige kendimi kaptiriyorum fark etmeden, bir kenara cekiliyorum, ve bir sigara esliginde, yaz aksami serinligine bu kadar yakisabilecek baska melodiler dusluyorum, bulamiyorum. Trafige kapali bu kucuk cadde baska caddeleri hatirlatiyor bana, baska caddelerin hatiralarini ve baska caddelerde olusturmak isteyip de olusturmaya hicbir zaman firsat bulamadigim ve kaderin bir cilvesi olarak hicbir zaman da gerceklestiremeyecegimi cok iyi ve aci bir sekilde bildigim anilar.

Yillar once, bir otobus yolculugunda yanimda oturan E.'ye bana verdigi vesikalik fotografini geri verdigimi goruyorum. Ilk once sasiriyor, sonra kizarip, sinirleniyor, gorebiliyorum ama bir sey yapamiyorum. Sebebini soruyor bana ama cevap veremiyorum ve yerin dibine gecmenin bende olusturdugu kalp carpintisi ve utancla geri aliyorum o vesikalik fotografi, cuzdanimin icine eski yerine koyuyorum. Sonra o otobusten iniyor ben yolculuga devam ediyorum, bazen de merak ediyorum ne dusundu acaba diye, yoksa anladi mi, belki de anladi mi diye kemiriyor icimi supheler ama cevaplarini bulamiyorum.


Ermou caddesinde yurumeye devam ediyorum. Cok ilerlemeden ve aklimi temizlemeye bile ugrasmazken ikinci bir muzisyen grubuyla karsilasiyorum. Keman, kontrabas, klasik gitar ve akordiyondan olusuyor bu grup. Klasik muzik olarak adlandirmayi yegleyecegim bir seyler caliyorlar, parcanin ne ismi ne de bestecisi geliyor aklima. Cok da umursamiyorum ama yine duraksiyorum. Melodinin huzur verici ve hayallere daldiran bir etkisi var, gulumsuyorum, sokak muzisyenlerinin bu sehre ve bu caddeye yakistigini dusunuyorum. Baska bir sehrin buna cok benzeyen bir caddesinde bir arkadasimla durup dinledigimiz muzige de gidiyor aklim ara sira. Ama engel oluyorum kendime, bu muzigi su an da ve burada dinlemek istiyorum. Elim bir sigaraya daha gitse de durduruyorum kendimi.


Yoldan gecen binin gozlerinin icine bakarak E.'yi dusunuyorum. Ilk sigarami onun gozlerinin icine bakarak icisimi hatirliyorum. Kucuk bir sehrin, kucuk bir bulusma yerinde, dumanlarin icinde bana sigara uzatisini hala resmedebiliyorum ama yuzu bulanik ve karanlik cikiyor zihnimde, secemiyorum. Yuzundeki cilleri karanlikta gormem mumkun muydu ki, bilmiyorum. Sigaraya senin yuzunden basladim demek isterdim bazen, sen o sigarayi uzatip 'iciyor musun' diye sordugun icin yillardir hep ictigimi bilmeni isterdim.


Sokagin sonundaki kucuk kiliseye ulasiyorum sonra. Kilisenin etrafinda bir tur attiktan sonra iki muzisyen daha goruyorum. Gitar ve adini bilmedigim bir uflemeli calgi caliyor muzisyenler. Muzigi tanimiyorum, tanidik gelen hicbir sey bulamiyorum melodide ama dinlemeye devam ediyorum. Ruzgar estikce de zaten daha tanidik geliyor melodiler daha once hic duymadigimdan emin olsam da.


"Arkadaslarla anlasamiyordum. Insanlarin kacinilmaz ikiyuzlulugunu goruyordum. Bir gazozluk dostlar! Herkes tren yolculugundaki sureksiz tanisiklikla yetinir gibiydi."*


Ben yetinemiyordum otobus yolculugundaki sureksiz konusmalarla. Sen hep o yanimdaki koltukta oturuyor olsan, seninle o kitaptan bahsetsek ve masum hayaller kurup, seni guldurmeye calissam, gulunce gozlerinin resmini cekebilsem ve saklasam, o vesikalik fotografinin yanina koysam, cuzdanimin icinde saklasam. Kacinci sigarayi ictigimi fark etmeden devam ediyorum yurumeye. Hava kararali cok olmus, hala ilik bir aksama taniklik ediyorum hic bilmedigim, tanimadigim bir yerde. Gecenin sesi bir seyler anlatip duruyor bana ve ben gozlerimi kapatip bambaska bir yerde, bambaska birinin yaninda, karsisinda olmak istiyorum.


Caddenin sonuna ulastigimda, uzerine bir ciftin, buyuk boy resminin ilistirildigi kucuk bir el arabasi goruyorum. Siyah-beyaz resmin etrafina solmus kirmiziyla karisik siyah bir cerceve ilistirilmis. Arabanin kenarinda duran sahibi, devamli bir kolu ceviriyor. Muzik kutularindan duymaya aliskin oldugum sade bir melodi cikioyor arabadan. Yasli adam kolu hic durmadan ceviriyor, muzik de duraksiz calmaya devam ediyor. Sanki adam kolu cevirmeyi biraksa o anda, o caddedeki hayat da duracakmis, yuruyen insanlar hareket edemez hale gelip, havanin ilikligi sabit bir hal alacakmis gibi. Yasli adamin gozlerindeki tedirginligin sebebi bu mu belki de? Belki de istedigi anda, herkesi durduracak, belki cevirdigi kol o resimdeki asiklari tekrar getiremedigi icin geriye dogru cevirmeye baslayacak o kolu. Tum yasamim ve onu dinleyen dinlemeyen, dikkat eden ve etmeyen herkesin yasami bir anligina da olsa o kolun cevrilmesine, o adamin insiyatifine bagli gibi.


Urperme geliyor bedenime, titriyorum. Keske diyorum, diyebiliyor muyum?


Cadde'nin sonunda, kumsala ulasiyorum ve karanlikta Yusuf'la karsilasiyorum.


"- Kuyara ile Adako, dedi.
- Ne o? Bir ilkcag trajedisinin adi mi?" *
...


"- Butun caglarin trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatligi.' A-da-ko: 'Agac dali kompleksi.' Simdi kumda yattigim icin kuyara diyorum. ... Kuyara alisilmis tatlarin surup gitmesindeki rahatliktir. Dusunmeden uyuyuvermek. Biteviye gecen gunlerin kolayligi. Ya adako? Agac dalindaki, govdeden ayrilma egilimini fark ettin mi bilmem? Hep oteye uzar. Govdenin topraga kok salmis rahatligindan bir kacistir bu. Ozgurluge susamisliktir. Buna ben 'agac dali kompleksi' diyorum. Genc hastaligidir. ... Agac dali kompleksine tutulmus kisi tedirgindir. Insanlarin agac dallarini budayip govdeye yaklastirdiklari gibi, yakinlari onun icindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu govdeden ayirmamak icin ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana yapilsa yarari olmaz. Asi daldir o. Ayrilir. Balta islemez ona." *


Uzun yillar once o kucuk sehrin, kucuk ve bogucu sokaklarinda yururken E. ile, sadece istekten belki de, ya da hayalin gucunden yalnizmisiz gibi yuruyoruz. Yasli adam, kolu geriye dogru ceviriyor. O anda elini tutmak icin simdiki halimin bir etkisinin olmasini diliyorum, dileniyorum ama olmuyor. O kolu ceviriyor yasli adam ama ben sadece ikimizi izliyorum o yolda yine, ama bir sey degismeden, her sey yerli yerinde, aklimdaki gibi olmaya devam ediyor.


" - Bir sey mi ariyorsunuz beyim? diye sordu.
- Evet! Eski bir koku. dedi.
- Buralarda bulamazsiniz. Caddedeki eczaneye sorun bir kere." *


Gitme zamani geliyor ve ben yillar once, onun kokusunu icime cektigimde mideme giren kramplarla yeniden bogusuyorum. Bogusmaya gucum yetmiyor, sadece bir sey istiyorum, sadece o yasli adamin o kolu geriye cevirerek en azindan o vesikalik fotografin nerede oldugunu gostermesini diliyorum, dusluyorum ama olmuyor. Adam coktan gitmis, etrafinda canli muzik yapan insanlar varken kimse onun muzik kutusunu ve yillar oncesinden kalmis el arabasinin melodisini dinlemek istememis sanki. Ya sinirlenseydi, ya kizsaydi hepinize o adam, ne olurdu, ne yapabilirdi?


Bir agacin govdesine yaslaniyorum ve Yusuf'un anlattigi gibi, tipki o kitaptaki sokak lambasina ciziktirilmis Ah! gibi bir Ah! goruyorum agacta ve susuyorum. Yapacak tek sey sessizlige gomulup, sessizlikten olusan bir melodiye birakabilmek kendini belki de, o zamandan bu zamana nafile bir sekilde soyleyip dursa da Tom Waits, ben hala o sarkiyi soyluyorum, bir ise yaramasa da, acitsa da; I hope I don't fall in love with you. Kuyara olmami istese de herkes, Kuyara olabilmem icin her seyi yapsa da insanlar, ben de gizliden gizliye keske Kuyara olsaydim desem de Adako olmanin huzunle karisik sancilarini, gulumsemeye donusen aksam huzurlarini birakmamaya yemin ediyorum ara sira. Yusuf'un dedigi gibi, agac dali kompleksi bu, gececek gibi degil. En fazla, belirtileri azaltilabilir ama hep bir agacin dali gibi olmak kacinilmaz olur, saniyorum.






* Yusuf Atilgan, Aylak Adam.

23 Eylül 2009 Çarşamba

A kind of gentler hell?

Yeni bir ulke, yeni bir sehir *

Gecen sene Ramazan Bayrami'nin ikinci gunu Berlin'e ucmustum, tesaduf odur ki bu sene bayramin ikinci gunu yine gitmem gerekti bir yerlere. Uzun bavul toplama seanslari, temizlik, odayi kiralama ugraslari vesaireden sonra geldim Atina'ya. Bir Turkiye'li olarak Yunanistan'a gelmek farkli bir deneyim muhakkak, tum o birbirimize cok benziyoruz geyikleri, yuzyillar surmus etkilesim -etkilestirme?-, Turk-Yunan kardesligi seklinde tomurcuklanan iyimser kultur seviciligi, bunlarin hepsi ve degisik anlatimlari daha ilk anda karsiliyor insani.

Tum o klise benzesme argumaninin ne kadar da dogru oldugunu, gecerli oldugunu belirtmek zorundayim ama, kahvaltida ispanakli ve patatesli borek (su spiral seklinde olanlardan), ogle yemeginde Yunan doneri (Gyros diyorlar burada), aksam yemeginde de musakka ve pesine de kazandibi yiyebiliyorsam hak vermek zorundayim bu kliselere. Sadece yemekte degil suphesiz, diger alanlarda da benzerlikler var; gunluk hayattaki beden dilleri, fiziksel ozellikleri, sehir planlamamaciligi, trafik ve pis, dar sokaklar, her yerde kol gezen polisler, gobek, altin bileklik ve altin kolye takip devamli gunes gozluguyle gezen esmer delikanlilar, beyaz pantolon ve corabin olusturdugu cilgin kombinasyon, her an agresiflesebilecegini belli eden tavirlar, asiri misafirperverlik, ismarlama kulturu, ve bunlarin hepsine ragmen ve belki de butun bunlarin yuzunden tamamen canli ve hayat dolu bir sehir yasami.

Bundan sonraki yazilarda burada olmamin etkileri daha ayrintili olarak gorunecektir muhakkak ama ben genel bir konuya donmek istiyorum simdi. Berlin'de son gunlerimde, Berlin'den bunaldigimi fark edip, yeni bir seyler icin susamisligimi anlamaya calisirken bir kac soru sorup durdum kendime. Istanbul'a gittimde de aklima takilan sorular bunlar.

Asiri derecede steril, duzenli ve muhtesem bir harmoni icinde bir sehirdense neden kaotik, karisik ve ne yapacigimi cogu zaman bilemeyerek etrafi izlemeye basladigim sehirlerde daha canli, daha hayatta hissediyorum?

Bu sorunun cevabi kolayca verilemez evet ama sanirim steril yasamin aslinda yasamamayi simgeledigini dusunuyor olsa gerek bilincaltim. Yillardir, her kendimi yenileme, degistirme asamasinda, aslinda oncesinde cok karisik ve kirli, darmadagin durumlardan cikip da bunlari yapabildigimi fark etmistim. Yani aslinda, degisimin, kisisel tarih olusturma eyleminin, olmak istedigin ya da olabilecegin insana donusme ihtimalinin karmasik, kaotik ve belki de aci veren deneyimlerden sonra gerceklesebileceginin farkina varmakti bu durum. Kirlenmek guzeldir, dogmak icin olmek gerekir, yasadigini hissetmek icin aci cekmek gerekir gibi olumsuzu olumlayan bir bakis acisi sanirim benimki de.

Bu farkindaligin vermis oldugu bir iyimserlikle geldim bu sehre, burada yasamak Berlin'e gore daha zor olacak evet ama Istanbul'daki gibi de garip ve surprizlerle dolu olacak. Kaybolmak ve yuruyerek sehrin en acayip yerlerini kesfetmek, dakikasi dakikasina planlanmis bir sehir turundan daha cok deneyim saglayacak belki de. Sonuc olarak kaos aslinda uyumu doguracak, oldukce insan daha cok yasadigini anlayacak.

Ben Harper, sigara icmis sesi ve tanidik gibi gelen melodileriyle Please Bleed adli sarkisinda da beni destekliyor cok guzel bir sekilde. The Woman In You ile arsivime bir yil once girmis olsa da su anda ve su zamanlarda Please Bleed sarkisi ana verdigi anlamlari surekli kuvvetlendirecek. Please Bleed basit bir melodik yapiya sahip, sarkiyi ilginc kilan sozlerindeki haykiris ve Ben Harper'in sigara bulasmis sesinin muhtesem uyumu sanirim. Harper'in da dedigi gibi

'please bleed, so i know that you are real, so i know that you can feel'

Ben Harper - "Please Bleed" (Dir. Patrick Hoelck) from Patrick Hoelck on Vimeo.



Bu aciya yalvaris aslinda biraz da bu dunya'nin aklimizdaki anlamini az cok saglamlastirmak, gorunebilir hale getirebilmek ugrasi belki de. Atina, Istanbul gibi daginik, duzensiz, kirli ve kaotik sehirlerin insanlari bu rahatsiz verici yasamdan dolayi cogu kez belki de

'is this really living, sometimes it's hard to tell, or is this a kind of gentler hell?'

diye soruyor olabilirler diye umuyorum. Bu tek tarafli bir ovme ya da yerme degil suphesiz ama bu karmasik ihtimaller dunyasinin etkilesiminden cikan sonuclar bence duzenli, planli ve belirli cizgilerin icinde yasamaya mecbur birakilmis hayatlardan cikan sonuclardan daha ilginc, daha umut dolu, daha yasanilasi. Cunku bu sorularin sonucunda ortaya cikan kaosun cocuklari, steril yasamin duzenli ve planli robotlarindan daha cok insan, daha cok canli oluyorlar. Eger herkes gibi yasayacaksam, benden daha once hazirlanmis duzenle birlikte bir seyleri degistirme ihtiyaci duymadan olene kadar yapacagim, yasayacagim her sey planlanmis ve belirlenmisse benim icin yasamanin bir anlami yok cunku o an su cagin en buyuk sancisi, robotlasan, bireyselligini kaybeden sadece bir ize donusen insanlarla dolacak her yer. Duygu lazim, orjinal olmak lazim butun bunlar icin de kaosa girmek ve icinden cikabilmek lazim.


* As suggested by Cagnan!

7 Eylül 2009 Pazartesi

for emma, forever ago.

Can't you find a clue when your eyes are all painted Sinatra blue? ve Seasonal Affective Disorder and my paralyzing fear of winter

Gecen pazarlardan birinde hava sogusun, gunes gorunmesin, disariya cikmak istemeyeyim ve odama biriktireyim gunes bozuntusundan kalma karanliklari diye bir dilekte bulunmustum. Dilegim cok cabuk kabul oldu. Hava sogudu, gunes kayboldu, bulutlar kapladi ismini hak etmeyen gokyuzunu, ama en kotusu de ruzgar geri geldi, hic kaybolmamis, sanki bir yil once geldigimde beni karsilayan ruzgar hic gitmemis gibi. Daha kisliklarimi kaldirali iki ay olmamisken kisliklarimi cikarmam gerektigini cok sert bir dille hatirlatti bana gelen kis. Kisliklarimin arasindan ilk cikardigim sey Bon Iver oldu.

Seasonal Affective Disorder diye psikolojik bir bozukluk varmis, Turkcesi olsa olsa Kis Depresyonu olur diye tahmin ediyorum. Kis mevsiminde moral dusuklugu, depresif duygular, enerji eksikligi, cok uyku, hep yorgun olma hali ve buna benzer belirtileri olan bir major depresyon hali. Kuzey ulkelerinde sik gorulen bu bozukluk gunes benzeri isik yayan yapay lambalarla bir nebze tedavi edilebiliyormus. Dunyanin trajikomik rahatsizliklarindan biri bence bu. Kis aylarinda yasanan gida kitligindan dolayi boyle bir evrilme yasadigimizi iddia edenler de var, yok balik yiyin o zaman gecer diyenler de. Sebebi tam bilinmemekle birlikte gunesin insan bedeninden ote psikolojisini de ne kadar etkilediginin ispati bu. Sadece psikolojisini de degil bir insanin tum hayatini etkileyebilir bence bu. Mesela bundan sonraki tum hayatimi ve kararlarimi buna gore belirleyecek kadar etkilendigimi biliyorum kistan ve soguktan, gunessizlikten.

Bu rahatsizliga sahip biri olarak ben buna baska bir isim koymak istiyorum. Benim gibi insanlara 'weather dependents' densin, kendi klanimizi olusturalim ve gunes neredeyse hep oraya kacalim. Olmadi, yapay lambalardan olusturulmus toplumsal alanlar olusturalim ya da kisin o lambalarin kullanilmasi icin hukuki surec baslatalim. Bir seyler yapalim yani. Ama bunlarin hicbiri belki de ise yaramayacak.Daha once hic SAD sahibi birini gormemistim. Hicbiri olmazsa, ise yaramazsa Bon Iver albumu de resmi muzigi olsun bu grubun, o belki biraz hafifletir her seyi.

2008 yilini yasanabilir kilan, 2009'a gecisteki abzurtlugu ortbas etme geregi duymadan soguga eslik eden, sicaktan soguga keskin gecislere arka plan muzigi olarak hep calan, hayatimda butun sarkilarini sevdigim belki de tek album olan 'For Emma, Forever Ago.' Ilk baslarda bu albumu bir donem albumu zannetmistim, hani olur ya insanin hayatinda belli donemler dinledigi ve tekrardan ne zaman dinlerse dinlesin yine o donemi hatirlatan sarkilardan. Ama oyle degilmis, 'For Emma, Forever Ego' bir kis albumu, her kis tekrar dinlenmeyi mecbur kilan, gunes gorunur mu acaba diye uzun uzun camdan baktigin saatlerde arkada calmasi gereken sarkilari barindirirmis. Albumun genel anlamda olusturdugu butunlugu kirmanin imkani yok, sirasiyla sarkilar caliyor sanki tum album tek bir sarkiymiscasina. Justin Vernon kapandigi bir dagevinde yazmis, kaydetmis bu sarkilari. Sarkilarin birbirinden guzel oldugu bu albumden bir
'en' secmek benim icin zor oldu, cunku hepsinin soyledikleri, muzikal harmoninin, siirsel sozlerle hayata anlam kattigi bir album bu. Belki de o yuzden biraz rastgele sectim buraya koydugum sarkiyi, 'The Wolves (Act I and II)'



Sahiden, gunes gorunur mu belki?

-

'What might have been lost -

Don't bother me!'

Not: Justin Vernon'in grubunun ismi Bon Iver, Fransizca Bon Hiver'in oynanmis hali, anlami iyi kis demekmis.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Sev demem, sevme demem!

Sev demem, sevme demem!

Cok sevgili daisy ile Reha Erdem'in 'Hayat Var' adli filmine gitmistik aylar once festival kapsaminda, bugun sans eseri hatirladim filmi ve muziklerini ve filmin anlattiklarini, yazmazsam olmazdi.

Filmin benim icin analizini yapmak ancak Erdem'in muhtesem muzik seckisini yol haritasi olarak alinca mumkun oluyor.

Seveceksin



bazen dertten zevk alacak
bazen aşktan kaçacaksın
bazen boşa geçen güne
pişman olup yanacaksın

Orhan Gencebay diger arabeskcilerin tadini cikaramadigi bir seyi yasadi Turkiye'de. Bircok meslektasinin aksina saygi duyulan biri olarak geldi bugunlere. Ama dogulu ezgiler tasimanin, kimi zaman isyankar, kimi zaman grotesk sarki sozlerinin ve genel anlamda kulturel olarak altlarda kalmisligin simgesi haline getirilmis arabesk muzigin yasamsal alani her ne kadar cok genis olsa da hep daraltilmaya calisilmistir bu topraklarda suphesiz.

Trt yasaklari, batililasmanin getirdigi 'asagilik kompleksi,' dogulu olmanin verdigi utanc ve icimizden cikmis muzigin ve kulturel uretimin reddine tabi ki karsi cikacak birileri oldu, oluyor. Bu kesim Orhan Gencebay ve Muslum Gurses'i bas taci edip bu savasi verdiler suphesiz, anlamak da zor degil hani, kimse bana Orhan Gencebay'in veya Muslum Gurses'in kotu muzik yaptigini soyleyemez, sevmemek isin diger yani ama isin belli bir kalitesi, yillardir biriktirdigi, gecmisi getirip kucagima koydugu bir muzikal harmonisi ve bu harmoninin belli bir sanatsal yeterliligi varsa ben kalitesiz diye nitelendiremem bu sarkilari.

Reha Erdem hangi amacla Orhan Gencebay'i, Mine Kosan'i alip yerlestirmis o harika filme diye dusununce bunlar geliyor iste aklima. Tabi ki iyi de etmis, o filmi benim gozumde bu kadar degerli kilan, bu muzikal farkindaligin ve estetigin yakalanabilmesiydi hem de bunun 'entellektuel'in hep dislamak istedigi arabeskle gerceklesmesiydi. Nuri Bilge Ceylan'in Tarkovski estetigi, batili modernizmi yok bu filmde, Erdem'in icinde biriktirdigi, o sarkilarin estetigi var, iddiasiz ve oldugu gibi, insanin suratina carpan cinsten.

Aklim takildi!



belki sana göre eski kafayım
bir aşkla yetinen anlayıştayım
belki isteyip de yapamadığın
zorluklardayım, aklım takıldı

Iddiali olsun biraz, Turkiye'nin en iyi 'coming of age' filmi olmasinin yaninda ayni zamanda sinemasal dil acisindan tabu yikici ve yaratici, icerik secme acisindansa ozgur ve cesur 'Hayat Var.' Filmin icerigini anlatmak huyum degildir, o acidan pek bir ise yaramayacak bu post. Ama buraya ekledigim sarkilarin bir birlesimi, o sarkilarin birbiriyle carpisip olusturdugu muhtesem bir harman, Turk postmodern sinemanin alin aki.

Ayni zamanda Turk entellektuel cevresinin sinifsal farklari gorup, bu farkindaligi hem politize hem de sanatsal bir estetige donusturdugu filmdir bu benim icin. Arabesk muzik biraz da dinleyicileriyle birlikte yok sayildi zaten bu ulkede, varoslarin, hayatta 'alan' bulamayanlarin sesiydi cogu zaman. Islami burjuvazinin, sol elitin, entellektuel yuksek sinifin hep yok saymayi tercih ettigi, varliklarini bir suc olarak gordukleri, devamli cemberin disina atilmis, hep otekilestirilmis ve bu otekilestirmenin sonucu olarak kendi icinde sikisip kalmis insanlarin sesi bir anlamda arabesk ve bu yuzden de hep kapi disari ediliyor bu ulkenin kulturen sahnesinden. Arabesk kulturun ve yadsinan 'alt' kulturun getiridigi, tasidigi her seyin kutlanacak guzellikte oldugunu iddia edecek kadar naif degilim ama guc sahibi sinifsal gruplarin bu surekli devam eden arabeski asagilama, yok etme kavgasina da karsi cikmak boynumun borcu. Bu film buna da sebep oldugu icin cok onemli benim acimdan.

Dert Bende, Derman Sende



sev demem, sevme demem
sen de benim gibi sev diyemem
ömrümün neşesini seninle buldum,
kaybedemem.

Mine Kosan da ayni kulturel dislamanin kurbani suphesiz ancak filmde 'Dert Bende Derman Sende' calmaya baslayinca, film dilinin olusturabilecegi duygular ulasabilecegi en yuksek noktalara ulasiyor aynen her 'Aklim Takildi' caldiginda oldugu gibi. Reha Erdem'in harika bir gorsel dili oldugu gibi ayni dili muzikal olarak bu denli kuvvetli hale getirebilmesi buyuk basari. Filmin en sarsici yonlerinden biri zaten ses kurgusu, film boyunca devamli duyulan sesler filmdeki gorduklerimize ek olarak da cok sey anlatiyor, tadini kacirmamak icin ayrintiya girmiyorum ama eger olur da izlerseniz filmi, filmin seyirciye dinlettigi seslere dikkat edin derim, karakterlerin ic dunyalari ancak bu kadar guzel anlatilabilirdi.

Hayat'in hikayesi bu, yasamanin ne demek oldugunu bilmeyen, kimseden ogrenme sansi da olmayan, devamli yanlis seylerle karsilasan ve durmaksizin istismara ugrayan bir kiz cocugunun kadin olma yolculugu, daha once hic anlatilmadigi, anlatilamadigi sekilde ve sinema sanatinin verdigi butun olanaklarla. Oyunculara deginmeden bitirmesem dedim ama diyecek bir sey bulamiyorum, ozellike Elit Iscan olmak uzere hepsi insanin canini acitacak kadar iyiler. Keyifle.

Fragman icin, tiklayin.


Not: Simdi surda 'Issiz Adam' portresi olusturma gibi bir cabam yok, onu belirteyim ama bu postun sarkilarindan oyle bir imaj cikma tehlikesi var (gerci bu sarkilar daha 'dogulu' daha 'arabesk' modern adamin yalnizligina gitmez diye dusunebilir bazi insanlar!) diye uyariyorum, yok oyle bir sey!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

And all the pieces that remain!

Hayatta tanidigim en sogukkanli insanlardan oldugunu sandigim bir arkadasimin gozlerimin icine bakarak ask acisini anlatmasi benim de ask hakkinda dusunmeme sebep oldu kac zaman sonra. Yillardir asik olmamanin verdigi sogumusluk ve o ilk heyecanin yasanmamis olmasi beni sogukkanli biri mi yapti bilmiyorum ama arkadasim bana anlatirken derdini insanin aski icin bu kadar aci cekebilmesinin ne kadar dogru oldugunu dusundum durdum. Arkadasim sordu, 'peki nedir, ne olacak, ayrilmadik ama soguk davraniyor bana, ben onu cok seviyorum, intihar etmeyi bile dusundum, ben onsuz yapamam, nasil davranmaliyim?'

Bense dunyanin herhalde en duygusuz, en soguk cevaplarindan birini verdim farkinda olmadan 'Hayatta kimsenin yeri doldurulamaz degil, evet, boyle bir sey var ve ayrilirsaniz, aci cekeceksen cekeceksin, yapacak bir sey yok, sen benden bu isin cozumu olabilecek bir formul istiyor gibisin ama oyle bir formul yok, her sey basladigi gibi bitebilir de ve hic kimse icin kendi hayatina, kendine aci vermek dogru bir karar degildir, cocuk olma, biterse biter, biterse bitsin, baskasi her zaman olacaktir.'

Ben buna inaniyor muyum gercekten?




Yillar once lisenin son senesinde, ilk donemin ilk gununde, ogretmenler odasinin oldugu kata gitmistim simdi hatirlamadigim bir sebepten dolayi. Arkami dondugumde okulda ilk defa gordugum insan evladi cismindeki varliga uzun sure bakakalmistim. Hicbir sey dusunmeden, mideme kramplar girerken, aptal gibi gulumseyerek izlemistim onu. Dunya zamaninda bu ne kadar surdu hatirlamiyorum ve bilmiyorum ama onu gordugum o ilk an ve gozlerimi hic cekmeden bakmaya devam ettigim anlar butunu hala aklimda canli, hala gulumsetebilen cinsten. Bizden onceki insanlar buna bir isim koymuslar zaten, ilk goruste ask demisler. Iflah olmaz bir romantik olarak cok sasirtmamisti beni aslinda bu, hep bekledigim bir sey gibiydi, gelmesini bekledigim bir an gibiydi. Sonrasi tabi ki aciyla dolu bir hikaye bu. Hayatimin en zorlayan donemlerinden birini bu ilk goruste asktan dolayi yasamistim o zamanlar, simdi o insanla ilk once arkadas olup, onun pesinden izmir'e gidip, karakterini tanidikca kendimden de ondan da sogumustum, unutamiyorum. O ilk andaki duygular, o insandaki benim onaylamayacagim butun tutarsizliklar ve karakter bozukluklariyla yok olmaya baslamisti. Disi dunyanin en cekici hali, ici ise etrafimda gormeye tahammul edemeyecegim kadar karanlik ve dar bakisli bir insan. Ve evet, bir sure devam etti bu, kendimi salak hallere sokarak, siirler yazarak ama bitti sonunda.

Yasamdaki olaylari ve 'seyleri' siniflandirma ve siralandirma hastaligmizdan dolayi geliyor bircok sey basimiza. Ilk ask, o da yetmiyor ilk goruste ask, ya da sonuncu olmak. Ya da baska bir suru seyde ilk ya da son olmak, ilk ya da sonuncuyu yasamak, yapmak. Bu kulturel takintinin bedelini odemek zor oluyor cogu zaman, cunku ilk olmamayi kaldiramiyor bazen insanlar ya da son olmak icin ellerinden geleni yapiyorlar. Bunun sebebini dusundum durdum bugun, ilke olan bu bagimlilik ve takinti nereden geliyor.

Emin olmamakla birlikte tahminim insanin disaridan bir seylerin hayati duzenledigi, ayarladigi ve bizim icin en guzel seyi tasarlayip onumuze sunacagi yanilgisi ve bu yanilgiya duyulan sonsuz ama gizli guven. Oyle bir an olacak ki, o an her seyi silip supurecek, sadece tek bir an, ya da ilk ya da son, zamandaki bir nokta tum hayati anlamli hale getirebilecek gucte olacak ruyasi. Yok boyle bir sey. Her ne kadar boyle bir degisim ve aydinlanma ani hayati cok kolay kilacak olsa da bunun aslinda var olmadiginin bilincinde olmak da zorlastirabiliyor maalesef. Hayir, hayatta tek bir an ya da olay, ilk ya da son degistirmeyecek hayatin temel yapisini. Hayatin genel anlamda yapilabilecek tanimi buna aykiri zaten, bir surecten bir sonuc cikarma hevesi, insanoglunun en aci ozelliklerinden olsa gerek.

Bunlari dusunmek mi beni boyle yapti diye merak ediyorum? Insan ilk goruste asik olabilir mi hakikaten ya da bu ne demektir? Boyle bir sey mumkun mudur? Ve boyle bir sey icin her seyi feda edebilecek tutarlilikta sevmek mumkun mudur, mantikli midir?

Ben her ne kadar inanmiyorum desem de, her ne kadar bu kulturel takintinin aslinda bir ruyadan baska bir sey olmadigini iddia etsem de, yillar once, o baha\sini ettigim andaki gibi duygulari tekrardan yasamaya hayir demeyecegim. Belki de ozledigim bu, belki de bunun gerceklesmemis olmasi bu kadar soguk bir cevap vermeme sebep oldu arkadasima. Bilmiyorum ama her seye ragmen o saniyelik zamandaki sikisma ve gokyuzunde ucuyormus hissi, ellerini kontrol edemeyisin, gozlerini kirpmadan bir insana tum hayatin mutlulugunu sikistirarak bakmanin verdigi bedensel haz ve tuylerinin dans etmeye baslamasi, midenden yukari kelebeklerin umarsizca ucmaya, ve seni de bu ucusa durmaksizin davet etmeye calismasi ve bunlarin birlesiminden olusan o birkac saniyelik zamandaki yogunluk, bu an belki de hayatin tamamina bedel olabilecek bir andir, kim bilir ama The Album Leaf'in Always for You adli muhtesem sarkisi (ve bu postun soundtrack'i) biraz bahsediyor muhtemel aciklamalardan, hem de cok guzel yapiyor, son gunlerin yeni kesfi, keyifle.

Omrumu yedin Martin!

Babazula gider en iyi buna.

3 ayda ogrendigi turkce'siyle catir catir turkce konusup, Almanya'da aylardir yasamama ragmen 'hebele'den oteye gidemeyen almancam yuzunden beni bunalima sokan, hayati zehir eden adam Martin. Guya bulusup ben onun turkcesine o benim almancama yardim edecekti, simdi surdan bir sey demek istiyorum sana Martin 'Allah belani versin, omrumden omur yedin, bunalima soktun'

Bir de utanmadan facebook'ta yazdiklarina bakin bugun, git lan bi git.

23 Ağustos 2009 Pazar

I know the pieces fit!

'time heals, time congeals around us,
painless hours of endless motion,
understanding's not demanding,
you can't hide what you feel inside'


Boyle baslasin ilk once, gecmise dair her seyi anlatabilecek kadar guclu.

'I know the pieces fit, cause I watched them fall away'

Yanlis insanlara dusebiliriz evet, yanlis secimler de yapabiliriz, istemedigimiz bir insana da donustugumuzu fark edebiliriz ama eninde sonunda onemli olan nasil bir insan olmayi secebilecegimiz sanirim. Kolay degil ama var boyle bir sey. Su son iki gunde aldigim kararlari uygulamak gecmisimi dusununce zor gibi gorunse de artik bitti diyebiliyorum, cunku olmak istedigim insani secmek zorundayim ve istiyorum. Artik karanligin icinde hic taninmamis yuzlere bakmayacagim, ya da hayatta belki de en cok deger verdigim seyin umudunu, tuvalete girip sifonu cekmekten farkli bir hale getirebilmeliyim. Ben ne zaman bunlari yapabilecek bir insan oldum ki zaten, onu bile hatirlamiyorum ama su anda bi esikten gectigimin farkindayim ve hic bu kadar da emin olmamistim.

'cold silence has a tendency to atrophy any
sense of compassion
between supposed lovers/brothers'



Tool benim icin artik zaten bir pazar gunu klasigi, niye oluyor bilmiyorum ama pazar gunleri tool dinleme oranimin sikligini anlamak gercekten zor geliyor bir iki istisna disinda. Basliyor sirayla, you lied'i bagirarak soylemek istiyorum, kosarak, karanlik bir yolda, nefes alamayana kadar. Sonra 'sober' beni parmagiyla isaret ediyor ve soyluyoruz beraber

'mother mary won't you whisper
something but what's past and done
trust me. i want what i want'

Parabol, Parabola ve Schism pespese gelmeli, overdose tehlikesi olsa da, why do i have to be sober?

Tool en cok pazar gunune yakisiyor. Hava soguyup da disariya adim atma istegim de tamamen yok oldugunda, daha da yakisacak odama Maynard'in sesi. Gelsin artik kis, sogusun hava, en azindan disariya, gunese, sicaga gitme istegim de kaybolsun artik. Bazi seyler degismek zorundaysa eger bazi seyleri kabullenmekle gerceklesecek sanirim sadece bu.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Yaylilarina kurban ya habibi!

Gecen postun uzerine son iki gunde yasadiklarim romantik komedi tadi verse de biraz, kufrettirse de, so36'min gelmesi (cis gelmesi gibi bir sey artik bu) ve oryantal caz'in ellerine dusmem bir sekilde anlatilmali su blogda.

Dun uzun suredir ha verecegim, ha verdim diye bekledigim kitaplari Staatsbibliothek'e vermek icin yola ciktim aksam uzeri. Aksam uzeri dedigime bakmayin, Berlin'de hava bozdu yine o yuzden saat 6 aksam gibi geliyor artik. Neyse otobusu kacirdigim icin istasyona yurumem gerekti, ordan aktarmayla Potsdamer Platz'a ulastim kolayca. Saat 8'de bir arkadasla yemek sozum var tabi o yuzden biraz tirsarak gecikmesem bari diye hareket ediyorum. Yeraltindan cikmayi hedefledigim anda bastiran yagmur yuzunden bekleyeyim bari dedim, bekledim. Yagmur yavasladi diye ciktim yurumeye basladim, tabi ki semsiyesi olmayan tek insan bendim, Alman olmadigim bu kadar belli olmamistir daha once sanirim. Neyse yagmur yine hizlandi, islandim falan ama bir sekilde ulastim kutuphaneye. Ama kutuphane kapanmis. Ne guzel. Hak ettim ben diyerek cok gitmedim ustune olayin.

Bugun saat 1e kadar acik olan kutuphaneye yetiseyim diye 4 saatlik uykuyla kalktim gittim yine. Yanlis durakta indim. Yagmur yoktu evet ama kutuphaneye ulasinca bu sefer tadilat icin kapali oldugunu gormek kufretmenin lezzetini daha da artirdi.

Kafama takmayacagim bunlari. Oryantal caz sagolsun. Natacha Atlas'i bilenler bilir, bu kadinin sesi, sarki soyleyis sekli, sahnedeki durusu bana tarif edilemez duygular yasatiyor. 1 Mayis'da Kreuzberg'de Oryantal Caz dinledim diye triplere girmistim, ha o zaman ilk defa duymustum zaten oryantal cazin ne oldugunu ama eridim, oyle soyleyeyim. Bugun de bu rezilliklerin ustune eve ulasinca sans eseri Natacha Atlas'in 'I put a spell on you' yorumuna denk geldim. Ya Rab bu nasil bir kadindir, bu nasil bir sestir, bu nasil bir yilan gibi kivrilmaktir oyle. Arapcanin kaba bir dil oludugunu kim soylemis, Natacha Atlas soyleyince Arapcadan guzel dil mi var diyor insan. Ha sen bir de al boyle harika bir sarkiya dogu ezgilerini oyle guzel yedir, sonra bunu bir guzel de soyle, ben ne yapayim. Kulturel cesitlilik ne sevimli bir sey ve kulturlerin birlesiminden ortaya cikan muhtesem eserler beni mutlu ediyor, resmen. To do list'ime (boyle bir listem yok da bu vasitayla olsun iste) Natacha Atlas'in konserine gidip erimeyi ekliyorum. Performans 18 dakika, biraz uzun evet ama ben tadina doyamiyorum bir turlu. Merak eden varsa diye,

21 Ağustos 2009 Cuma

Open to everything happy and sad

Biraz soundtrack'i olan bir gunluge donusme egilimini fark etsem de bu blogun, yazmadan edemeyecegim.

"All that we needed was right
The fresh hold is breaking tonight"

Her seyin boka sarma ihtimalinin varligi. Bir anda hic beklemezken, her seyin darmadagin olmasi. Hayir, bir sey oldugundan degil, ama ya her sey darmadagin olursa korkusu bahsettigim. Darmadagin olacak ne var ki diyebilirim de aslinda, olsun ama oldugu kadariyla bile kendi kendime cizdigim cigilerin yok olmasi, kurdugum koprulerin yakilmasi, cektigim resimlerin solmasi korkutucu. Bunu korkutucu yapan da en cok aniden olabilme ihtimali. Yine de, her seye ragmen, butun bu gel-gitli ruh halinin yarattigi negatiflige karsin,

"Open to everything happy and sad
Seeing the good when it's all going bad
Seeing the sun when i can't really see
Hoping the sun will at least look at me"

demek lazim belki de. Ama isin garip yani bu klise optimizm ancak Moby'nin melankoli yumagi sarkisinda etkili olabiliyor ve biraz da kendi kendini iptal ediyor aslinda. Oyle iste.

This Sweet Love - James Yuill

James Yuill'den gelsin bu sefer de. This sweet love diye harika bir sarki.

This Sweet Love - James Yuill from Alex Emslie on Vimeo.

Fonda o caladursun, ellesmeyin. Soyle de harika sozlere sahip, tam yaz sarkisi, asik olma sarkisi, asik olup sahillerde kosturmaca sarkisi, asik olmayi isteten sarki. Tamam anladik.

Be, the greatest man in history
The greatest man that you can be
Just be

Walk, walk out on the beach with me
Walk out in the sea with me
Just be

All of the time you show me your love
Sweet love
And oh, how you know
This sweet love

Nights, cold nights wrapped in ecstasy
Those times still perplexing be
They just be

All of the time you show me your love
Sweet love
And oh how you know
This sweet love

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Otel Odalarinin Cekiciligi ve Otel Odasi Portreleri


Ankara'daki universite yillarimda hep hayalini kurdugum bir sey vardi. Yeterli paraya ulasir ulasmaz, ve cesaretimi de toplayip Istanbul'a gitmek. Hayalin onemli kismi Istanbul'da olmasi suphesiz ama Istanbul'da birkac haftaligina bir otel odasina yerlesmekti dusunu kurdugum sey. Ve sonrasinda yazmak, gunlerce, durmadan. Aklimdaki romantik fikirlerin olusturdugu bu hayal tabi ki yazi masasini pencerenin hemen onune koyuyordu, perde ruzgardan sallaniyor, yazarken sigara ustune sigara iciyordum. Telefonsuz, internetsiz, ve iletisimden kopuk, sadece tek basima, kimsenin beni bilmedigi ve benim neredeyse kimseyi bilmedigim sehirde, kucuk ve muhtemelen izbe bir otel odasinda hayatimin en iyi yazilarini yazmak. Iyiden kasit farkli suphesiz, benim istedigim seyleri istegim gibi yazabilmek. Oraya gidebilsem, bunu gerceklestirebilsem her seyi degistirebilecek guce ulasacagimi saniyordum o zamanlar. Otel odalarinin boyle bir cekiciligi var bende ezelden beri. Gidemedim de Istanbul'a, kalamadim da otelde ve yazamadim da. Hayalimi gerceklestirememis olmanin verdigi rahatsizlik simdi otel odalarina karsi duydugum hislerle karisiyor ve otel odalarinin cekiciligine birakiyorum kendimi.


Niye bir insan otel odalarini cekici bulur, neden bu dusunce heyecanlandirir birini. Cevabini tam bilmesem de az cok tahmin ediyorum. Bilmedigim ve bana ait bir otel odasi, yasamsal alanimi cizebilmemin yegane yollarindan biri belki de ama en onemlisi otel odalarinin anlami sinirsiz firsatlarin ve imkanlarin ortaya cikmasiyla esdeger olmasi sanirim bilincimde. Aitlik hissinin kayboldugu ve gecici oldugunu bildigin bir hayata, meta duzeyinde de ayni geciciligi yuklemek ve oyle yasamak. Ayni duygularin yola cikardigi ben simdi 'yerlesmek' duygusundan korkuyorum. 'Yerlesmek' ve hayatimi sabitlemek kendime yapabilecegim en buyuk kotuluklerden biri olacaktir sanirim. O yuzden otel odalari hala heyecanlandiriyor beni, gidecegim sehirlerde kalacagim otel odalarina hayaller yukluyorum. Bir gun gerceklesecek ve Istanbul'da da kalacagim bir otelde ve yazacagim, durmadan ama yasamaya da devam ederek.


Bu hayallarimin arasinda gezinirken, Richard Renaldi'nin fotograflarina denk gelmek ise suphesiz mutlulukla karisik bir heyecan uyandirdi icimde. Diger fotograf serilerinin arasinda en cok ilgimi ceken 'Hotel Room Portraits' oldu suphesiz. Bahsini ettigim sonsuz firsat ve imkanin vuku bulma ihtimalini yansitiyor bu fotograflar benim icin. Ayni zamanda zamanin akiskanligina beyhude atilan cizikler ve insanin en buyuk ugraslarindan, iz birakabilme kaygilarindan yekpare bir calisma. Her fotografta gordugumuz cift, gecip gittikleri, gecmiste kaldiginin ispati olan portrelerini ve durakladiklari yerlerde artik olmadiklarinin sarkisini soyluyorlar. Kisisel tarih olusturma cabasinin estetigi en guzel otel odalarinda anlatilabilirdi suphesiz ama gerekli olan surekliligi saglamak da ancak 'self-portrait'le mumkun sanirim. Cok sey soyluyor bu fotograflar ve cok da guzel soyluyor soyleyeceklerini.