4 Ekim 2009 Pazar

Yazdan Kalan İkinci Gün: Dilek Şart Kipinde Bir Gece

Hava soğumuyor ekimde, güneş hala parlıyor. Dilek şart kipinde bu kadar çok cümle kurmak hayra alamet değildir, ama hayalin en büyük alameti olsa gerek. 14 gün, yarım ay, neredeyse çeyrek mevsim, yılı bölüp hesap yapmayı boşa çıkaracak kadar kısa bir zaman diliminde geçiyor hikâyenin başlangıcının devamı. Aradan şarkılar geçiyor, insanlar gülümsüyor, öğle vaktinde sarhoş olup, ellerinin kontrolünü kaybediyorlar.

Öğle yemeğinden sonra, kahve keyfinden önce tatlı arası vermeye gittiğimiz kefedeyiz, yolun kenarında küçük koyu yeşil ve kırmızı desenli masanın etrafında, yan yana. Kanatlarını çırpmak istiyorsun ama tırmandığımız tepelerden yorulmuş olduğunu anlayabiliyorum. Hikâyenin başından sonunu tahmin etmeye çalışırken sen, ben de mastikalı dondurma ve çikolatalı sırılsıklam kekin arkasına saklanıyorum, sen kaşığını çekinerek daldırıyorsun bu küçük mutluluğa, gülümseyerek ve beni suçlayarak. Tatlıyı seçmek zor bir uğraş değil belki ama sen 'sana güveniyorum, beni şaşırt' dediğinden, bu gerçekdışı film repliğini ağzından salıverdiğinden beri bu seçim tehlikeli bir uğraşa dönüşmeye başladı bile.

7+5 saatlik bir günden bahsedelim. 7 saatlik dilimden sonra verilen 3 saatlik ara ve kırmızı şarapla karanlıkta dinlenen şarkıları hayal edelim. Şişeyi bitirdik sonunda ve biten filmin ardından ne yapacağını şaşırmış olduğunu saklamak için açıyorsun müziğin sesini. Bazı şarkılar sadece sohbetin arkasında kalmaya mahkûm olsa da, ‘I'm Your Man'e gelince susmak zorunda kalıyoruz ikimiz de. O an, dilek şart kipinde bir gece başlıyor.




Şarkı, 'If you want a lover' dediği anda bu atmosferin içinde yaşanabilecek şeylerin limitlerini hesap etmenin yorgunluğundan bıkıp, uzatmayı istiyorum parmaklarımı.

-Soru sorma artik bana. O kadar çok yalan söyledim ki hayatta, o kadar çok insana… Kendimi inandırdığım yalanlardan biri de sensin belki de, arabanın duvara çarpacağını merakla bekleyen gözlemci gibi bir halim mi var, hasar tespiti yapmak için, aracın güvenlik açıklarını keşfedip daha iyi bir sekle sokmak için, en önemlisi de, ölümcül kazaların sonunda ölüm riskini azaltmak için. Azaltmak diye bir yüklem kullanmak zorundayız, çünkü yok etmek yüklemi giremiyor bu cümlenin içine. Ama kandırmaya devam edelim kendimizi ve bu düşüncelerimi duyamadığın için şükredelim insanin sınırlı yeteneklerine. Yürüyelim, araçlara binmektense. Acının varlığını yadsıyalım, nasıl olsa bir şarkı çalmaya devam eder bir yerlerde, pervaza konar belki bir melodi sözleriyle, ‘eğer’ tatlı bir sarhoşluğa dönüşür.

- Uyumak üzeresin.
- Hayır, değilim.

Ellerini uzatmaktan korkmasan, korkmasak belki bu kadar titremezdik ikimiz de ama yine de emin olamıyorum.

Şarkı sonra devam eder, ‘I'll do anything you ask me to’ diye bir cümle salınmaya baslar odada, geniş, loş ve sigara kokusundan tüm romantik ihtimallerini kaybetmiş odada. Son kez, seni gördüğümde de sarhoştum, romantik birine benzediğini söyleyip kendimi öldürmeyi istetecek cümlelere izin verdim ama olsun şu an bunları düşünmeyeceğim. Bu şarkının sözlerini ezbere söyleyebilecek kadar sarhoş olmamışım anlaşılan ama aradan kaçıyor bazı cümleler.

‘And if you want another kind of love
I'll wear a mask for you.’

- Niye gülüyorsun?
- Bilmiyorum.

‘If you want a partner
Take my hand’

- Bana bakma hiç, ben de niye güldüğümü bilmiyorum.

Gülümsemeye devam ediyorsun. Cümlelerini seçerek konuşmasan benimle, içinden geçeni söyleyebilsen ve belki camdan siyah geceyi izlemektense ya da ne diyorum ki ben, bunları nereden bulup çıkarıyorum. Dünyanın pisliğini bir kenara bırakalım mı diye bir teklifle gelmeni ve sonra her şeyin değişip, renklenmesini hayalleyen bir yer mi var içimde? Doğruyla yalanın arasındaki yolları kat etmeyi… Bir zamanlar masalları dinleyen birer çocuktuk çoğumuz, bazılarımız hiç dinlemedi o masalları, fırsatı olmadı kısa sureliğine de olsa evrensel bir doğrunun içinde yaşanabileceğine inanmaya. Ama biz inandık, biz şanslıydık, şansımızı kötüye kullanan utanç abideleri olarak yasamaya devam ettiğimizi hayal ediyoruz. Sana belki de hiç tutmayacağım sözler vermek istiyorum. Her şeye rağmen, hikâyenin gidişatını bilmek için çırpınıyorum. Zor olan hikâyenin sonunu bilmemek, bu yüzden de hangi rolü, hangi maskeyi uygun hale getirip sunacağımızı bilmemek mi? Bu içimdeki duygunun sebebi sen misin yoksa ben mi? Ellerini izliyorum, ellerini seviyorum, bunu sana söylemeyeceğim hiç belki de. Şarkıya kendini kaptırdın bile.

‘Or if you want to strike me down in anger
Here I stand
I'm your man’

Rüyamda denizde yürüyebildiğimi görmüştüm yıllar önce. Bir kıyıdan diğerine yürüyerek geçebilmiştim sanki dünyanın en olağan olayıymış gibi. Karşı kıyıya ulaştığımda sen vardın, sırtın denize bakarken sigara içiyordun yine. Herkes denizin dalgalarına şiir yazarken sen başka bir yere bakmanın verdiği yalnızlıkla çevriliydin.

‘If you want a boxer
I will step into the ring for you
And if you want a doctor
I'll examine every inch of you’

Derimin altına geçiyor ellerin, ellerim ellerini buluyor. Zamanın akışı yavaşlıyor, birer fotoğraf karesi gibi değiyoruz birbirimize. Maskelerini çıkar ve benim de maskelerimden kurtulmama yardım et. Sadece anlaşılması zor bir yavaşlama değil bu, ellerim de durma noktasına çok yakın. Ve dilek şart kipi, gerçekliğe dönüşüyor, sarıyor her yeri.

‘If you want a lover
I'll do anything you ask me to
And if you want another kind of love
I'll wear a mask for you’

La petite mort, hikâyenin başlangıcının devamında, sona yakın kısım. Bir şekilde gerçekleşiyor, gerçekleşmezse sanki öncesinde var olan her an anlamını kaybedecek, gerçekliğini yitirecekmiş gibi korkuyoruz. Belki de öyledir, belki de değil ama sonu hep ayni bu hikâyenin. Post-coital tristesse olsa bu hikâyenin adı, ama hep öyle kalmak zorunda olduğunu görmezden gelsek. Hemen gitmek lazım, uzaklaşmak lazım, bahşedilmiş en lanetli özellik, en büyülü deneyimlerden sonra geliyor.

Kendimizi kandırmayı seviyoruz tür olarak, evrimimiz bu noktaya geldi geleli belki de sorunların en büyükleriyle yüzleşmekten korkar olduk. Şarki bitiyor ve yaşlı bir adam mırıldanmaya başlıyor bu sefer, büyü bozulup yere düşüyor, parçalanıyor, bin bir parçaya bölünüp gülümsüyor bize.




From pleasure of the bed,
Dull as a worm,
His rod and its butting head
Limp as a worm,
His spirit that has fled
Blind as a worm.*

Gidiyorum sonra, alelacele.

Sigara olmazsa bu hikâyede, yazarın yazamayacağını biliyor hikâyenin izleyicisi. Şarap da gerekiyordu muhakkak, ne de olsa günlük hayatin gerçekliğinde tahrifat kolay gerçekleşmiyor, bitkisel mutluluklar eksikliğinde.

Hikâyenin bazı yerlerine sıkıştırılmış duyguların eklenmesi, patlamalara yol açıyor. Acımadan, umursamadan, koşarak uzaklaşıyoruz sahneden. Yıllar önce rüyamda gördüğümde seni, yüzünü görmeme izin vermemiştin, yüzün yoktu belki. Masaların dizili olduğu sokaklarda yürümüş, üzülmüştüm kendime. İçimdeki patlamaların sebebi sensin, ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyeceği gibi aslında her şeyi daha da zor hale getiriyor. Neden neler olacağını, hangi yoldan geçip, nerelere ulaşacağımızı merak etmekten bıkmıyoruz da bu uğraşın şu anı mahvettiğini göremiyoruz. Peki, açık konuşayım kendimle bir kere de olsa. Sen gideceksin, ben gideceğim. Bu hikâye bir yerinde bitmeye değil, bir yerinde kesilmeye mahkûm. Bunu bile bile sevimli işkenceler, korkunç sevgiler, acımasız mutluluklar diliyorum bize. Bırakalım, yarın seni gördüğümde ne yapacağımı düşünmeyeyim, öylece geçsin zaman, sadece geçsin, muhakkak hikâyenin bir yerlerinde bahsi edilecek dönüm noktaları olacaktır, olmazsa da alışkınız zaten, bastan böyle olacağını biliyorduk deyip kandırırız kendimizi.

Bir hikâyenin çok farklı hikayeleri vardır derdi arkadaşım.

- Bir hikaye kendi başına bir hikaye olmaya çabalayadursun, arkadan çeşit çeşit hikayeler doluşur kağıda. Ya da ayni hikâyenin, farklı zamanlarda, farklı anlamları, farklı insanlara, farklı saatlerde bilinmez sözleri vardır. Hep bir hikâye vardır ama her zaman, anlatılan, yazılan, devam eden. Suya karışmış bulanıklığı asmak zor olsa da, o farklı hikâyeleri de gördüğün zaman asıl hikaye gerçek anlamını ortaya çıkarır. Uzun sayfalar, geceler, yalnızlıklar sonunda birileri hep o odada oturmaya, zamanı durdurup, tarihi reddetmeye, tüm yaşanacakları, sonradan gerçekleşecek her şeyi, o her şeye sebep olan ilk tek ana kilitlemeyi seçecektir. Anahtar kayıp, hiç var olmadı belki de, bize düsen oyunun kurallarını bozup, bile bile, yeniden oynamak, hikâyeyi bölüp, parçalayıp yeniden yazmak belki de. Semanın altında söylenecek yeni bir şey yok deseler de, yeni söyleme şekilleri hep olacak. Bu yüzden belki de bütün çabamız, bir insanın hayatını hikâyeye dönüştürmeyi istemesi, başını, sonunu ve genel çerçevesini yazmayı arzulaması.

Belki de, tam da bu sebepten, kaybedeceğini bile bile lades demek zor olmuyor, ne de olsa başka bir hikâye başlamak zorunda, bir yerlerde, bir zaman, bir şekilde.






* The Chambermaid's Second Song, W.B. Yeats

Bonus:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder