29 Eylül 2009 Salı

Yazdan Kalma Bir Gun

Gozlerimin icine bakmaya cesaret edememen cok normal, uzerine dusen gunesin kizil isiklariyla gozlerinin kamasmasi ve bunu bahane edip kafani cevirmeye firsat bulman, bunu fark etmedigimi umman da oyle. Siyah gomleginin mor dugmelerinden yansiyor benim fotograflarim, pembe, bej tasli yola yakin semsiyenin altinda oturmayi ozledigimizi ilk kim itiraf edecek diye bekliyoruz. Gozlerin kamasirken gulumsemeye de gucun oldugunu anliyorsun bir anda, kisa, kahverengi saclarina gunes arada bir yeni renkler katadururken, hafif bir ruzgar da dunyaya yeni bir resim ekleme cabasina yardimci oluyor.Parmaklarim saclarina uzanmayi istiyor.



Bu sarkiyi ilk defa seninle, kaloriferi bozuk, soguk bir odada titrerken ve gozlerim kapali dinledigimi sen bilmiyorsun belki de. Radyonin sesi kisik, kucuk fare bize seslenmeye artik ihtiyac duymazken, uzaniyoruz. Seni gordugum ilk ve son gunun sarkisi, bir kis gunu ve her yer duman, her nokta nane kokulu.

Summertime,
Child, your living's easy.
Fish are, fish are jumping out
And the cotton, Lord,
Cotton's high, Lord so high.

O zamanlar yasliydin sen, bense cok genc. Yuzyuze geldigimiz andan sonra, bir gemici barinda sabahin ilk isiklarina kadar sigara icmistik durmadan, biraz da bira ama sarhos olamamistim ben bir turlu. Kendime uzuldugum, sana acidigim bir gecenin sabahiyla birlesip gunu unutturdugu zamanin sonunda yapay isik hissi veren kis gunesine ciktigimizda yuzunu saklamistin, ve elimi tutmustun.

Buyukannen, neredeyse bir asir once Izmir'den Sakiz Adasi'na kactiginda ilk tanistigi adamla evlenmeseydi, sonra o adam oldugu icin, ikinci bir adamdan 8 cocuk daha dogurmasaydi, o cocuklar ulkenin farkli yerlerine dagilip, izlerini kaybettirmeseydi, belki de, bu sarkiyi hic dinlememis olacaktim.

Your dad's rich
And your ma is so good-looking, baby.
She's a-looking pretty fine to me now,
Hush, baby, baby, baby, baby now,
No, no, no, no, no, no, no,
Don't you cry, don't you cry.

Ictigim ucuz frappe gomlegime damlamadan once, agzimda biriken seker tanelerini eritmeye calisirken, ikimiz de konusmadan ikinci ve son kez birbirimizi gordugumuzu fark ediyoruz. Bu sefer yazdan kalma bir gunde, yalanci yazin her saniyesine sonsuz guven duyarak titremiyoruz.Bu anin ihtimaller dahilinde olacagini bilmeden, kanatlarini cirpmaya usenmenin tadini cikarmak icin buraya ugradigimi sana soyleyemiyorum.

One of these mornings
You're gonna rise, rise up singing,
You're gonna spread your wings, child,
And take, take to the sky,
Lord, the sky.

Bardagi tutusumdan romantik biri oldugumu iddia etmen kadar surreal gelen cok an var bu kucuk hikayede. Okumana izin vermeyecegim sayfalari, okusan da anlamayacagin satirlari yavasca, alnimda biriken terle birlikte yaziyorum kucuk deftere. Yine de sadece, heyecandan gerilmis ve konusacak bir seyler arayan ve o garip uzun sessizliklerin rahatsiz ediciliginden bunalan sadece ben degilim diye seviniyorum. Bana hikayeler anlatiyorsun yine, bana benim hikayemi anlatacak kadar acik sozlu geliyor sesin. Hayatta senin hic dilenmedigin, umursamadigin ve belki de oyle gorunmek zorunda hissettigin yaz gunu sicakligini hep beklemis olan ben olsam da bunlari belli etmiyoruz ikimiz de.

Sorularini soruyorsun ve ben cevapliyorum bazen yalan soyleyerek, senin de belki aynisini yaptigini dusunerek. Bir hikaye anlatiyorsun bana, belki de asik oldugunu dusundugun zamanin hikayesini. Hikayeyi kisa zamanli bir ziyarette, dogu avrupa sehirlerinden birinde yasiyorsun. Iki haftada yasanabileceklerin sinirini zorlamak gibi bir derdin yok, geri donecegini, orayi terk edecegini biliyorsun, bu yuzden fazla irdelemek istemiyorsun, istesen de durduruyorsun kendini. Bir yabanciya, hic asik oldun mu sorusunun karsiligi olarak, bu hikayeyi anlatacak kadar durust, ayni zamanda da kalp kiricisin. Bunlarin hicbirinin farkinda degilsin ama yuzundeki her cizginin anlattigi hikayeleri ben daha cok merak ediyorum, tahmin ediyorsun. Iki haftadan sonra yazdan kalma gunlere donerek devam ediyorsun hayatina, geceyarisindan once uyumayarak, sabah erken saatlerde kalkip isine yetiserek. Okudugun hikayeleri bana anlatmak icin okumus olma ihtimalini dusunuyorum ben de ya da oyle bir hikayede yasamayi dusledigini. Ikimiz hayatin cogu zaman garip ihtimaller sebebiyle sekil aldigini ima edemiyoruz, cunku ayni garip ihtimallerin ayni hayati mahvedebilecegini ve isinma problemi cektirecegini biliyoruz. Senin hikayen iki hafta surerken, benim hikayemin en fazla o surenin birkac kati kadar surebilecegini yaziyorum hikayelerimden birine.


Yillarini gecirdigin, her adimini attiginda ne olacagini bildigin, bulutlar gorununce kac dakika yagmur yagacagini kestirebildigin, neredeyse herkesin seni tanidigi sehirlerde, bir orumcek agi gibi genisleyerek cogalan tanisikliklarinin arasinda, ihtimalleri curutup bitirdigini bilmek imkansiz. Bir sehirde ne kadar az hatira olusturduysan ondan kat kat fazlasini olusturacaginin iyimserligiyle her seyi yapabilirsin, kotu ya da guzel, cirkin ya da iyi, pis ya da herbiri. Butun ihtimaller tanisikliklarinin coklugu ya da azligina indirgendigi zaman, hayatinin artik yasanmaz bir hale geldigini, o hep kucumsedigin umut ve umit etme hallerini kaybetmenin parca tesirli etkisini bilmen zaten yasami zor ve dar eden.

Sesime sigara bulasiyor arada bir sevgili seyircim, nefes almakta gucluk cekmeme sasirmana gerek yok hic. Zaten bir sure sonra cok zaman sonra olusacak midemdeki kramplarin, bogazimdaki dugumlerin izlerini gorebilir hatta fotografini cekebilirsin. O fotografi saklayip sonra vakti gelince, ben sana haber verince, fotografa bakip hayal edebilirsin neler oldugunu. O parlak sayfaya su ani degil, gelecegimi hapsedebilirsin. Uzun aksamlar sonra bir gun belki kar yagarsa, biraz da usudugumu hayal edebilirsin. O an iste gelecekte yasadiklarimin su ani etkiledigine inaniveririm belki, seni de kandirabilirsem su satirlara okumana izin veririm.

Maviyi topraga batirip cikardiktan sonra, sekil verip yerlestiririm yerine bazen, adini de gokyuzu koyarim. Altina yerlestiririm hep kucuk adalardan olusan okyanus genisligini. Sonra uzerinde bulundugum buluttan belki duydugum bir sarki yuzunden atlarim asagiya, ucmaya mi baslarim, sarkiyi mirildanmaya mi?



Yorulmamiza gerek yok, hicbir seyi konusmamiza da. Zaten olasiliklarin herbirini dusledigin anda, goreceli bir siirin dizelerini de yerlestirmis oldun sayfaya. Hikaye basladigi gibi bitmek zorunda, yoksa ona bir oyku gibi yaklasip, okuma istedigi de duymazdin. Genel resmi gormeyi takinti haline getirmis gibiler icin en tehlike bilinc budur derler eski cadilarin kitaplarinda, kucuk fareyi arayip bulsam, birkac soru sorsam, tavsiyelerini dinlesem tekrardan. Yok hayir, naneyi sevmiyorum artik, nane de beni, rengi o sehri bu sehri hatirlatan hicbir seyi, sesi o insani bu esyayi animsatan herseyi bir romana doldurup kapatabilmektir hayalimdeki yazarin gordugu ruyanin en buyuk amaci. Zamani alip, yuvarlak bir nesneye donusturdugumu izle, kahvenin biraktigi kahverengi izler, gomlegimden gecip tenime yapisti ve yanik bir koku burnumda iceriye bacadan cikan duman gibi giriverdi. Senin soyleyeceklerini dusleyemiyorum, o gun geldiginde bu hikaye de bitecek ama o gun gelene kadar, o gunes dogup, o isiklar her yeri sarartana kadar

until that morning,
Honey, n-n-nothing's going to harm ya,
No, no, no no, no no, no...
Don't you cry — cry.

Gercekligini arayan bir hikayenin kahramani, ayni sarkinin aldigi farkli halleri birer zaman birimine donusturur sonra. Bu uc farkli halin ilki dogumu, buyumeyi ve ne oldugunu bilmeden gulumseyip ayni anda aglamayi anlatir. Ikincisi arada kalmisligin verdigi dogal bilinmezlikle, daha az aglamayi ve daha az gulumsemeyi ve hayal etmeyi bir siire donusturup bekler. Ucuncusu ise butun bunlarin hepsinden sonra ve hepsinden once gelir, hep oradadir ve herseyi icinde saklar, ayni anda gulumseyip aglamanin fiziksel gercekligi, hayallerin ve gerceklerin birbiriyle birlesip, istedigin gibi bir gokyuzu yaratmani saglayan, bulutlara kurabiye kaliplariyla sekil verip, denizleri berrak ve dalgasiz maviyle karistirip kahve kopugu gibi beyaz bir tabaka olusturmanin ruyasidir. Bu uc zaman biriminin ayni anda kesistigi bir yer var der eski yazitlar, belki bir hikaye okurken cikar karsiniza, belki guneste otururken kahve damlayinca gomleginize. O anda parmaklarinizin istediklerine izin vermezseniz bu sansi kaybedip belki de bir daha yakalayamazsiniz diye de not duser eski zaman yazitlari ama bu hikayenin kahramani o uc zaman birimini de alip, bir kaba koyup karistirdiktan sonra bu yazitlarin sahipleri mezarlarinda rahatca uyumaya baslamislar diye de bir soyletinti vardir. Her halukarda gecerli olan kural burada da gecerli oldugu icin, neye inanip inanmamak gibi bir ikilemin yeri yok bu hikayede. Gun gelince hepsi anlamini kazanip, ucmaya baslayacak zaten. O parmaklara izin vermemis olanlar da anlayacak, gec de olsa guc de olsa. Hikayeyi guzel yapan, basindan sonunu tahmin etmeye calismak degil midir zaten?

28 Eylül 2009 Pazartesi

Kilitlenmek, Seni Sana Birakmamak

Suraya oturmus yazimi yaziyordum ve gayet tabi gereken sarkiyi, Yasmin Levi'den Naci en Alamo'yu arayip dururken bununla karsilastim, yazamadim. Buyrun. Bu yazi da boyle pic edildi derler bizim oralarda.



Tatlises'in videonun sonundaki yuz ifadesi: paha bicilemez!

26 Eylül 2009 Cumartesi

Sonsuzluk ve Bir Gun

Bir balkonum var bir apartmanin en ust katinda, kucuk, gri demir parmaklikli bir sehir manzarasi. Sol basta canak antenlerin ve kirli binalarin arasindan gorunen Akropolis, sag basta sehrin en buyuk kilisesi manzaraya dahil.Balkonun icinde iki adet plaj sandalyesi olan, parlak, kirmizi, yesil, mavi ve sari renklerde ciceklerle desenli. Bir sehre bakiyorum bu balkondan, uyaninca ve uyanmadan once ve aradaki zamanlarda.

Gordugum belki de en cirkin balkon manzaralarindan birine aday olabilecekken, cilvesini sehrin karmakarisik, daginik siluetinden alip kandiriyor beni. O sandalyelerde bir zamanlar karsilikli oturan bir cift vardi, kendi gozlerimle gormedim, o yuzden belki de varmis. Birisi aylar once yasamini yitirdi, digeri ise su aralar olmeyi belki de herkesten cok isteyecek kadar aci icinde bir yataga mahkum, belki de su satirlar yazilirken ayriliyor varligi bu dunyadan, bilmiyorum.

Bildigim tek bir sey var, ikisi de yillar once bir yaz aksami bu balkonda otururken bu gunu dusunmediler hic, bu anin gelecegini ne kestirebildiler ne de hayal edebildiler. Belki de o andaki varliklari hep uzayan, sonsuza giden bir izmis gibi ciziliyordu akillarinda, tipki balkonda gorunen gunesin Akporolis'in tepesinden dogup, kilisenin sagindan battigi gibi. Her gun gerceklesen, aksatmadan, bekletmeden, bir sekilde devam eden bir dongu gunesin dogmasi, batmasi ve bu manzara insana bulastiriyor hastaligini.

Sen de uyanacaksin yarin sabah, ve uyuyacaksin sonra. Arada yemek yiyip, kahkahalar esliginde mutlu oldugun ve herkesten cok bildigin icin, bilincinle boyayacaksin aksamlarini, sonra biraz icmek isteyeceksin, isteyeceksin cunku o bilincin seni yoracak ve zayiflatacak. Hicbir yere gitmeyecegini bilsen de biraz icip, kendini kandirmak isteyeceksin, gunes o anda asili kalacak havada. hareket etmeyecek. Belki de ogle vakti, belki de tam ogle yemeginden sonra.

Karsi apartmanda dizili balkonlarda sira sira, kalabalik ve bol kahkahali, bol zeytinyagli aileler goreceksin, sen de oyle olmayi ya da oyle olmadigin icin mutlu olmayi isteyeceksin bir yerlerde. Ama istediklerini yapacak birileri olmayacak ve anlayacaksin o zaman, beyninin ya da orada her ne varsa onun icinde yasadigin hapis hayatinin ve her seyin, simgelerle dolu hayatinin bir uzun romandan farksiz, belki daha ayrintili, belki daha gercekci, belki daha mutlu ya da mutsuz oldugunu farkedeceksin. Iste o anda, o kalabalik manzaranin arasindan bir melodi calmaya basladigini duyacaksin.




O an, farkina vardigin hayatin, aslinda istediklerinin neredeyse hicbirinden olusan bir kolaj gibi gorunecek gozunde, uzun yillar once, genc yaslarinda, herkesin dediklerini saygiyla karsilayip biraz da ruzgara biraktigindan kendini, yasamak odun vermektir diye fisildayacaksin.Ictigin sigaralardan sesin belki de artik cok farkli cikacak, yillar once ayni seyleri soyleyen sen ve su anda bunlari dile getiren sen ayni degil artik. Farkli olan nedir diye sorsan da anlamlandirmak icin gecirdigin tum senelerin, uzaklarda ve kendisinden artik haber alamadigin tek cocugunun kucukken agladigi anlari hic unutmayacaksin ya da aglattigin anlari.

Yillar once, bu sehre cok yakin bir ada koyunde beraber gezdiginizi o anda izleyeceksin balkondan, tam karsina, gokyuzune gerilmis bir sahnede, dagin arkasinda deniz var, gorebiliyorsun belki de ama onemli degil. Tek hayalini kurabildigin ve umrunda olmasi gerek sey gibi gelen ruya bu. Sevdigin kadin ve cocugun, tam aranizda, kisacik, kirmizi bir elbiseyle, gulumsuyor sana, cocuklarin gulumsemesi farklidir sen de biliyorsun bunu, ogreneli belki onyillar olsa da, bunu hep hissedebiliyorsun. Sevdigin kadin da kirmizi, askili bir elbiseyle tam diger yaninda duruyor sahnenin, o da gulumsuyor, buyumus, yasamis insan gulumsemesi. Cocuklarinki gibi degil, farki biliyorsun ama anlatamiyorsun.

Kendine bakiyorsun sonra, sen de oradasin, o sahnede ama hissedemiyorsun. Buruk bir gulumseme senin de yuzune yayilmak icin caba sarfediyor belli ama aklindan gecen binlerce tren ve sehirlerin acilari, insanligin pislik dolu gecmisi, hepsi bulandiriyor bakisini, nefes alisini, gulusunu ve cocugunun elini tutus seklini. Gunes sahnenin arkasinda, dagin kenarinda olmasi gereken denize dogru batiyor yavasca. Yillarini harcamis bir insan, neye harcadigini dusundukce mi aci ceker yoksa dusunmedikce mi? Soru sormaktan yorulmus, hayatin hep sorulari sormak ve belki bir gun bir cevap bulabilmek icin gecen saatlerde dolmus, evinin her kosesinde biriken kitaplar tozlarla kaplandikca, zihnin de ayni eskimeyi gostermis belki de, ama hepsi hafizanda, hepsi taze bir sekilde duruyor yerli yerinde.

Zamanin tanimlanabilir bir yani yok, sen de biliyorsun. Denesen de, denemenin bile bir insan acziyeti oldugunu anlayacak kadar bilinclisin, o ayni bilinc seni uzse de zaman zaman, o ayni dunyayi goren gozler, artik gormeyi istemese de bu sensin.

Sen gideli cok olmus, belki de olmamis, belki de hala o balkonda arada bir izliyorsun o sahneyi. Salondaki siyah koltukta gecirdigin kalp krizi, bir hisse donusup evin her yerine yayilmis, yerlere sinmis, camlara iz birakmis ve balkondaki sandalyelerden birinin uzerine coreklenmis, oturuyor oylece. Diger sandalyenin sahibi de su saatlerde belki de birakiyor ayni etkiyi yavasca, uzun yollardan sonra ancak gelip bulacak bu balkonu, belki de gelmek istemeyecek, bilmiyorsun, bilmedigin icin oldugunu hatirliyorsun.

Dusecek gibi duran bir balkon bu, bulutlanan havadan akan yagmurla islanan.

Bir ruya gormek istiyorsun simdi, piyanoyu duyacaksin bu sefer, farkli bir melodi calmaya baslayacak.



Olmeden once o balkonda, ikindi vakti tam gunes karsindayken oturuyorsun. Yaninda kullugun, sigara paketin ve cakmagin, ickini artik bardaktan icmenin gereksizligini anlamissin. Karsindaki sandalye bos, hicbir zaman dolmayacagini, hayatinin bu noktaya geldigini, zamanin bukulup, evrilerek, butun yasanan her seyden sonra burada tek basina olecegini biliyorsun. Cocuguna kucukken okuttugun kitaplari hatirliyorsun, gurur duyuyorsun kendinle. Sevdigin kadinla geciridigin guzel bir aksami animsiyorsun, mutlu hissediyorsun. Yillar gecmis olsa da, bu kavram zamani istedigimiz sekli vermenin aci bir sonu olsa da, o anlar hic eskimemis gibi canlaniyor tam karsinda. Bu balkonu bu yuzden seviyorsun, hem sehri gorup dunyaya baglaniyorsun, hem de karsindaki gokyuzunde hayalini kurdugun anilarini sahneleyip tekrar tekrar izleyebiliyorsun. Hatalarinin farkinda misin, tam olarak bilmiyorsun ama eminsin ki herkes yanlis kararlar verip, kotu sonuclara sebep olabiliyor hayatta, sen de sadece o ayni kavmin bir uyesisin, milyarlarca insandan, yasamis, yasamamis, yasayamamis yiginlardan farksizsin ama farkin bunun farkinda olman diye yine gurur duyacak bir sey bulabiliyorsun kendinle ilgili. Kafani salliyorsun, bunlari dusunmeye gerek yok simdi, hava kararir kararmaz salona gecip, siyah koltuga oturup kalp krizi gecireceksin ve artik bitecek bu izdirabin ama yine de gitmek istemiyorsun, aci da olsa durmak istiyorsun o balkonda, salondaki koltuk artik hosuna gitmiyor, oraya ugramadan cikip kacmak istemiyorsun belki ama balkonda iceriye girmenin neyi baslatacigini bilip korkuyorsun. Bir yerlerde okudugun bir yaziyi hatirliyorsun, insan yasamayi ogrenirse olmeyi de ogrenir, olmeyi ogrenmek yasamayi ogrenmetir diyordu o yazi. Onu anlamak uzeresin birazdan, ve gunes karsinda kirmizi, tipki o sahnedeki kirmizi gibi parliyor. Sonra karsinda dag sahneden cekiliyor milyonlarca atli tarafindan, sen hep o hayalini kurdugun gunesin batisini tam gorebil diye. Bu sefer arkasina saklanacak bir dag yok gunes icin, sadece mavi ve dalgasiz upuzun ve genis bir deniz var. Gunes yavasca batiyor denizin icin, ufuk cizgisine gitmeden karsinda yakinda bir yerlerde giriyor denizin icine gunes, kirmizisi hafifce solmaya basliyor gunesin ama atesi sonmuyor, dumanlar cikiyor her yerinden dev kutlenin. Gunes tipki caya atilmis bir seker gibi gomuluyor yavasca denizin tam ortasina, dunyanin tam ortasina, hava kararmaya basliyor, los bir kirmizi isikla kaplaniyor hep bildigin gokyuzu. Son sigarani sondurup, ayaga kalkiyorsun ve o sahneyi tekrardan izliyorsun gunesin los isiginda, tam da denizin uzerinde kurulmus sahnede. O anda bir seyler soylemeye basliyor sahnedekiler, sen degilsin konusan, belki sevdigin kadin, belki de cocugun ama duyamiyorsun. Bagiriyorsun tekrar edin diye ama duyamiyorlar seni, sadece gulumsuyorlar, ucunuz de gulumsuyorsunuz. Bir cocuk, iki buyuk gulumseme, yasamis, yaslanmis insan gulumsemesi. Sen cocugunun gulmusemesine bakiyorsun, ve belki de yillar sonra tam da olmeden once, tam da salondaki siyah kanepeye gidip kalp krizini gecirmeden once, o gulumseye senin de yuz kaslarinin izin verdigini fark ediyorsun. Siyah koltuk seni bekliyor, sen de balkonun kapisini kapatmadan geciyorsun iceriye. Koltuktan hala gorebiliyorsun gunesin uzerine dizilmis sahneyi ve bir seylerin eksik kalmis oldugu dusuncesiyle karisik gulumsemeni. Iste o anin olmek icin en guzel an oldugunu biliyorsun, sadece bir sey istiyorsun bir gun daha, sadece bir gun daha yasayabilmek. Yillar once izlemedigin bir filmde gecen bir repligi dusunuyorsun sonra, hic haberin olmadan. Yarin ne kadar surer diye sorabiliyorsun, sonsuzluk ve bir gun derken koltugun icine gomulusun tipki gunesin denizin icine gomuldugu gibi bir resim ciziyor dunyaya, oylece tam da orada, bitiyor duydugun melodi.

25 Eylül 2009 Cuma

Otel Odalarinin Cekiciligi 2 ve Otel Odasi Fetisleri

Bazi sarkilar, filmler, kitaplar ve belki de resimler, fotograflar vardir ilk bakista insanda bir gulumsemeye sebep olacak kadar basit bir mutlulugu anlatir. Bu his belki bir saniyeden fazla suremez, pesinden bir huzursuzluk, bir rahatsizlik gelir. Insan mutluluklari anlatan filmlere agladiginda en cok aciyi hisseder, verir. Heyecanli bir ezgide gozleri dolarsa birinin, zaten aci veren bir sarkiya aglayan insandan daha cok insanin icini acitir bu sahsin durumu. Zitliklarin biraraya gelmesiyle aci katlanir belki de, aci ustune aci kondurdugunda olusan imge belki de mutlulugun uzerine ilistirilmis acidan daha acisizdir, daha huzun yoksunudur. Boyle 'seyler' bir nevi kisiligi olan 'seylerdir.' Tek boyutlu degil, aci ve mutlulugun birarada varolageldigini gostrenen ve bunu anlatmakla aslinda en buyuk imgeleme isaret eden 'seyler.'

Insan yapimi her sey bu ozellige sahip olabilme ihtimalini icinde tasir. Sadece sarkilar, filmler, kitaplar ya da resimler, fotograflar degil ayni zamanda sokaklar, sehirler, binalar da bu kategoriye girer hic caktirmadan. Binalardan, apartmanlarin kisiliklerinden, binanin ozelligine gore sekil alan sesinden haberi vardir her insanin bilinclerinin bir katmaninda. Oteller de bu kategorinin en eglenceli, en cok cesidi olan, karakter bollugu ile ihtimallar dunyasinin biraraya gelmis halleridir. Yeni dunya duzeninin olusturdugu tekduze, birbirinin ayni otellerin karakterleri cok sorunludur ama eskiden kalma, bir esi dahi varolmayan, belki de bir konaktan otele donusturulmus, yataklari, esyalari birbirinden farkli olan, her odasi aslinda farkli hikayeler anlatan otellerin karakterleri vardir, onlarin seslerini, size bir seyler soylemek istediklerini icine adim atar atmaz anlarsiniz.

Zebercet'in yasadigi, yonettigi, ilgilendigi, duzenledigi Anayurt Oteli de kendi kisiligine sahip bir oteldir. Oyle ki Zebercet'in sahip olamadigi, olmak icin belki de farkinda olmadan sancisini cektigi bilince otel sahiptir. Gecmisini, tarihini her odasinda saklayip, uzerine soyleyeceklerini ekleyip Zebercet'in aklinin odalarina donusur otel. Zebercet'in sahip olamadigi 'kisilik' otelin hikayesinde ortaya cikar, otelin odalarinda bir bir olusturulur ve bir ustanin kaleminden oteli olusturan odalar, esyalar ve odalarin ziyaretcileri ve gecmisleri Zebercet'in kisiligini olusturur. Zebercet varligini ve bilincini, bir nevi yasama gudusunu otele borcludur ancak bu duzen hic beklenmedik bir olayla degisir. Otel odalari birer karanlik zaman uykularinin mekanlari oldugu kadar ayni zamanda gunahin, yalnizligin, sucun ve arzunun bekcileri olurlar. Otel odalari cekiciliklerini ziyaretcilerine borclu oldugu kadar, itici ve bogucu gucunu de ayni ziyaretcilere borcludur. Iste bu karmasada dogan Zebercet'in niye, nasil yaptigini anlamadan havlularla sevismesi, uzerinde ruj lekesi olan bir cay bardagini opup oksamasi, o kadin'in kaldigi odayi kimseye kiralamamasi, Zebercet'le Otel'in beraber yapmak istedikleri eylemlere donusuyor.

Zebercet, modern dunyada yalnizligin artik bogucu ve oldurucu bir kisiliksizlesmeye goturdugu insanin kemiklesmis halidir ve o Otel de bu kemislesmenin buyumus ve devasa bir yapita donusmus heykelidir. Zebercet, yasadigi dunyayi anlamlandiramaz. Otel gibi gecmisi bugune baglayan degisimleri ya da farkliliklari deneyimleyememistir, otelin odalari kadar sansli degildir Zebercet. Bu garip dunya fazlasi varligi, Zebercet'i katil de yapar bir havluya tecavuz eden bir zanli da. Sonucta fiziksel olmayananin yoklugu kendini fiziksel olanda ortaya cikarir, bir umut ve mutluluk vadederek belki de.

Iste bu romanin sonu da bu yazinin basinda bahsi gecen bir karsitlikla biter ve okuyanin bogazina dugumler tikar. Zebercet hem olur, hem de belki de en zevkli ve guclu orgazmini yasar. Otelin odalari, bir odanin tavani yardim eder Zebercet'e. Duvarlar seslenir, otel soylemek istediklerini bitiremeden kapanacak olmanin acisini gicirdayan tabanlarinda belli eder. Zebercet ve Otel ayni anda sahneden ayrilirlar, ikisinin de fiziki varliklari orada salinadursa da artik, varliklari yokluga donusmustur. Bunu sonucunda Atilgan'a saygiyla methiyeler duzmekten baska bir sey yapilamaz.



Vangelis'in Blade Runner icin yaptigi One More Kiss, Dear adli sarkisi da hem gulumsetir hem acitir insani. Romanin son sahnesinde calmasini diledigim de bir sarkidir. Oylece, garip bir sekilde.

Kuyara ile Adako ve E.

" - Simdi kis olsun istiyorum, dedi.
- Neden?
- Soguk olsaydi seni ortup bastirmak bahanesiyle yanina gelir, bir daha operdim.
- Gel!" *

Ermou caddesinin girisinde ilk sokak muzisyenlerini goruyorum. Klasik gitar, keman ve yan flut uclusu tanidik bir melodi caliyor. Turkiye'de 'Benim Butun Ruyalarim (Dualarim) Seninle' ismiyle bildigimiz, Carlos Almaran'in 'Historia de un Amor' adli bestesini caliyor sokagin girisindeki muzisyenler. Ilk defa o caddeye giriyor olmamin verdigi heyecanla, durmak istemiyorum once ama muzige kendimi kaptiriyorum fark etmeden, bir kenara cekiliyorum, ve bir sigara esliginde, yaz aksami serinligine bu kadar yakisabilecek baska melodiler dusluyorum, bulamiyorum. Trafige kapali bu kucuk cadde baska caddeleri hatirlatiyor bana, baska caddelerin hatiralarini ve baska caddelerde olusturmak isteyip de olusturmaya hicbir zaman firsat bulamadigim ve kaderin bir cilvesi olarak hicbir zaman da gerceklestiremeyecegimi cok iyi ve aci bir sekilde bildigim anilar.

Yillar once, bir otobus yolculugunda yanimda oturan E.'ye bana verdigi vesikalik fotografini geri verdigimi goruyorum. Ilk once sasiriyor, sonra kizarip, sinirleniyor, gorebiliyorum ama bir sey yapamiyorum. Sebebini soruyor bana ama cevap veremiyorum ve yerin dibine gecmenin bende olusturdugu kalp carpintisi ve utancla geri aliyorum o vesikalik fotografi, cuzdanimin icine eski yerine koyuyorum. Sonra o otobusten iniyor ben yolculuga devam ediyorum, bazen de merak ediyorum ne dusundu acaba diye, yoksa anladi mi, belki de anladi mi diye kemiriyor icimi supheler ama cevaplarini bulamiyorum.


Ermou caddesinde yurumeye devam ediyorum. Cok ilerlemeden ve aklimi temizlemeye bile ugrasmazken ikinci bir muzisyen grubuyla karsilasiyorum. Keman, kontrabas, klasik gitar ve akordiyondan olusuyor bu grup. Klasik muzik olarak adlandirmayi yegleyecegim bir seyler caliyorlar, parcanin ne ismi ne de bestecisi geliyor aklima. Cok da umursamiyorum ama yine duraksiyorum. Melodinin huzur verici ve hayallere daldiran bir etkisi var, gulumsuyorum, sokak muzisyenlerinin bu sehre ve bu caddeye yakistigini dusunuyorum. Baska bir sehrin buna cok benzeyen bir caddesinde bir arkadasimla durup dinledigimiz muzige de gidiyor aklim ara sira. Ama engel oluyorum kendime, bu muzigi su an da ve burada dinlemek istiyorum. Elim bir sigaraya daha gitse de durduruyorum kendimi.


Yoldan gecen binin gozlerinin icine bakarak E.'yi dusunuyorum. Ilk sigarami onun gozlerinin icine bakarak icisimi hatirliyorum. Kucuk bir sehrin, kucuk bir bulusma yerinde, dumanlarin icinde bana sigara uzatisini hala resmedebiliyorum ama yuzu bulanik ve karanlik cikiyor zihnimde, secemiyorum. Yuzundeki cilleri karanlikta gormem mumkun muydu ki, bilmiyorum. Sigaraya senin yuzunden basladim demek isterdim bazen, sen o sigarayi uzatip 'iciyor musun' diye sordugun icin yillardir hep ictigimi bilmeni isterdim.


Sokagin sonundaki kucuk kiliseye ulasiyorum sonra. Kilisenin etrafinda bir tur attiktan sonra iki muzisyen daha goruyorum. Gitar ve adini bilmedigim bir uflemeli calgi caliyor muzisyenler. Muzigi tanimiyorum, tanidik gelen hicbir sey bulamiyorum melodide ama dinlemeye devam ediyorum. Ruzgar estikce de zaten daha tanidik geliyor melodiler daha once hic duymadigimdan emin olsam da.


"Arkadaslarla anlasamiyordum. Insanlarin kacinilmaz ikiyuzlulugunu goruyordum. Bir gazozluk dostlar! Herkes tren yolculugundaki sureksiz tanisiklikla yetinir gibiydi."*


Ben yetinemiyordum otobus yolculugundaki sureksiz konusmalarla. Sen hep o yanimdaki koltukta oturuyor olsan, seninle o kitaptan bahsetsek ve masum hayaller kurup, seni guldurmeye calissam, gulunce gozlerinin resmini cekebilsem ve saklasam, o vesikalik fotografinin yanina koysam, cuzdanimin icinde saklasam. Kacinci sigarayi ictigimi fark etmeden devam ediyorum yurumeye. Hava kararali cok olmus, hala ilik bir aksama taniklik ediyorum hic bilmedigim, tanimadigim bir yerde. Gecenin sesi bir seyler anlatip duruyor bana ve ben gozlerimi kapatip bambaska bir yerde, bambaska birinin yaninda, karsisinda olmak istiyorum.


Caddenin sonuna ulastigimda, uzerine bir ciftin, buyuk boy resminin ilistirildigi kucuk bir el arabasi goruyorum. Siyah-beyaz resmin etrafina solmus kirmiziyla karisik siyah bir cerceve ilistirilmis. Arabanin kenarinda duran sahibi, devamli bir kolu ceviriyor. Muzik kutularindan duymaya aliskin oldugum sade bir melodi cikioyor arabadan. Yasli adam kolu hic durmadan ceviriyor, muzik de duraksiz calmaya devam ediyor. Sanki adam kolu cevirmeyi biraksa o anda, o caddedeki hayat da duracakmis, yuruyen insanlar hareket edemez hale gelip, havanin ilikligi sabit bir hal alacakmis gibi. Yasli adamin gozlerindeki tedirginligin sebebi bu mu belki de? Belki de istedigi anda, herkesi durduracak, belki cevirdigi kol o resimdeki asiklari tekrar getiremedigi icin geriye dogru cevirmeye baslayacak o kolu. Tum yasamim ve onu dinleyen dinlemeyen, dikkat eden ve etmeyen herkesin yasami bir anligina da olsa o kolun cevrilmesine, o adamin insiyatifine bagli gibi.


Urperme geliyor bedenime, titriyorum. Keske diyorum, diyebiliyor muyum?


Cadde'nin sonunda, kumsala ulasiyorum ve karanlikta Yusuf'la karsilasiyorum.


"- Kuyara ile Adako, dedi.
- Ne o? Bir ilkcag trajedisinin adi mi?" *
...


"- Butun caglarin trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatligi.' A-da-ko: 'Agac dali kompleksi.' Simdi kumda yattigim icin kuyara diyorum. ... Kuyara alisilmis tatlarin surup gitmesindeki rahatliktir. Dusunmeden uyuyuvermek. Biteviye gecen gunlerin kolayligi. Ya adako? Agac dalindaki, govdeden ayrilma egilimini fark ettin mi bilmem? Hep oteye uzar. Govdenin topraga kok salmis rahatligindan bir kacistir bu. Ozgurluge susamisliktir. Buna ben 'agac dali kompleksi' diyorum. Genc hastaligidir. ... Agac dali kompleksine tutulmus kisi tedirgindir. Insanlarin agac dallarini budayip govdeye yaklastirdiklari gibi, yakinlari onun icindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu govdeden ayirmamak icin ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana yapilsa yarari olmaz. Asi daldir o. Ayrilir. Balta islemez ona." *


Uzun yillar once o kucuk sehrin, kucuk ve bogucu sokaklarinda yururken E. ile, sadece istekten belki de, ya da hayalin gucunden yalnizmisiz gibi yuruyoruz. Yasli adam, kolu geriye dogru ceviriyor. O anda elini tutmak icin simdiki halimin bir etkisinin olmasini diliyorum, dileniyorum ama olmuyor. O kolu ceviriyor yasli adam ama ben sadece ikimizi izliyorum o yolda yine, ama bir sey degismeden, her sey yerli yerinde, aklimdaki gibi olmaya devam ediyor.


" - Bir sey mi ariyorsunuz beyim? diye sordu.
- Evet! Eski bir koku. dedi.
- Buralarda bulamazsiniz. Caddedeki eczaneye sorun bir kere." *


Gitme zamani geliyor ve ben yillar once, onun kokusunu icime cektigimde mideme giren kramplarla yeniden bogusuyorum. Bogusmaya gucum yetmiyor, sadece bir sey istiyorum, sadece o yasli adamin o kolu geriye cevirerek en azindan o vesikalik fotografin nerede oldugunu gostermesini diliyorum, dusluyorum ama olmuyor. Adam coktan gitmis, etrafinda canli muzik yapan insanlar varken kimse onun muzik kutusunu ve yillar oncesinden kalmis el arabasinin melodisini dinlemek istememis sanki. Ya sinirlenseydi, ya kizsaydi hepinize o adam, ne olurdu, ne yapabilirdi?


Bir agacin govdesine yaslaniyorum ve Yusuf'un anlattigi gibi, tipki o kitaptaki sokak lambasina ciziktirilmis Ah! gibi bir Ah! goruyorum agacta ve susuyorum. Yapacak tek sey sessizlige gomulup, sessizlikten olusan bir melodiye birakabilmek kendini belki de, o zamandan bu zamana nafile bir sekilde soyleyip dursa da Tom Waits, ben hala o sarkiyi soyluyorum, bir ise yaramasa da, acitsa da; I hope I don't fall in love with you. Kuyara olmami istese de herkes, Kuyara olabilmem icin her seyi yapsa da insanlar, ben de gizliden gizliye keske Kuyara olsaydim desem de Adako olmanin huzunle karisik sancilarini, gulumsemeye donusen aksam huzurlarini birakmamaya yemin ediyorum ara sira. Yusuf'un dedigi gibi, agac dali kompleksi bu, gececek gibi degil. En fazla, belirtileri azaltilabilir ama hep bir agacin dali gibi olmak kacinilmaz olur, saniyorum.






* Yusuf Atilgan, Aylak Adam.

23 Eylül 2009 Çarşamba

A kind of gentler hell?

Yeni bir ulke, yeni bir sehir *

Gecen sene Ramazan Bayrami'nin ikinci gunu Berlin'e ucmustum, tesaduf odur ki bu sene bayramin ikinci gunu yine gitmem gerekti bir yerlere. Uzun bavul toplama seanslari, temizlik, odayi kiralama ugraslari vesaireden sonra geldim Atina'ya. Bir Turkiye'li olarak Yunanistan'a gelmek farkli bir deneyim muhakkak, tum o birbirimize cok benziyoruz geyikleri, yuzyillar surmus etkilesim -etkilestirme?-, Turk-Yunan kardesligi seklinde tomurcuklanan iyimser kultur seviciligi, bunlarin hepsi ve degisik anlatimlari daha ilk anda karsiliyor insani.

Tum o klise benzesme argumaninin ne kadar da dogru oldugunu, gecerli oldugunu belirtmek zorundayim ama, kahvaltida ispanakli ve patatesli borek (su spiral seklinde olanlardan), ogle yemeginde Yunan doneri (Gyros diyorlar burada), aksam yemeginde de musakka ve pesine de kazandibi yiyebiliyorsam hak vermek zorundayim bu kliselere. Sadece yemekte degil suphesiz, diger alanlarda da benzerlikler var; gunluk hayattaki beden dilleri, fiziksel ozellikleri, sehir planlamamaciligi, trafik ve pis, dar sokaklar, her yerde kol gezen polisler, gobek, altin bileklik ve altin kolye takip devamli gunes gozluguyle gezen esmer delikanlilar, beyaz pantolon ve corabin olusturdugu cilgin kombinasyon, her an agresiflesebilecegini belli eden tavirlar, asiri misafirperverlik, ismarlama kulturu, ve bunlarin hepsine ragmen ve belki de butun bunlarin yuzunden tamamen canli ve hayat dolu bir sehir yasami.

Bundan sonraki yazilarda burada olmamin etkileri daha ayrintili olarak gorunecektir muhakkak ama ben genel bir konuya donmek istiyorum simdi. Berlin'de son gunlerimde, Berlin'den bunaldigimi fark edip, yeni bir seyler icin susamisligimi anlamaya calisirken bir kac soru sorup durdum kendime. Istanbul'a gittimde de aklima takilan sorular bunlar.

Asiri derecede steril, duzenli ve muhtesem bir harmoni icinde bir sehirdense neden kaotik, karisik ve ne yapacigimi cogu zaman bilemeyerek etrafi izlemeye basladigim sehirlerde daha canli, daha hayatta hissediyorum?

Bu sorunun cevabi kolayca verilemez evet ama sanirim steril yasamin aslinda yasamamayi simgeledigini dusunuyor olsa gerek bilincaltim. Yillardir, her kendimi yenileme, degistirme asamasinda, aslinda oncesinde cok karisik ve kirli, darmadagin durumlardan cikip da bunlari yapabildigimi fark etmistim. Yani aslinda, degisimin, kisisel tarih olusturma eyleminin, olmak istedigin ya da olabilecegin insana donusme ihtimalinin karmasik, kaotik ve belki de aci veren deneyimlerden sonra gerceklesebileceginin farkina varmakti bu durum. Kirlenmek guzeldir, dogmak icin olmek gerekir, yasadigini hissetmek icin aci cekmek gerekir gibi olumsuzu olumlayan bir bakis acisi sanirim benimki de.

Bu farkindaligin vermis oldugu bir iyimserlikle geldim bu sehre, burada yasamak Berlin'e gore daha zor olacak evet ama Istanbul'daki gibi de garip ve surprizlerle dolu olacak. Kaybolmak ve yuruyerek sehrin en acayip yerlerini kesfetmek, dakikasi dakikasina planlanmis bir sehir turundan daha cok deneyim saglayacak belki de. Sonuc olarak kaos aslinda uyumu doguracak, oldukce insan daha cok yasadigini anlayacak.

Ben Harper, sigara icmis sesi ve tanidik gibi gelen melodileriyle Please Bleed adli sarkisinda da beni destekliyor cok guzel bir sekilde. The Woman In You ile arsivime bir yil once girmis olsa da su anda ve su zamanlarda Please Bleed sarkisi ana verdigi anlamlari surekli kuvvetlendirecek. Please Bleed basit bir melodik yapiya sahip, sarkiyi ilginc kilan sozlerindeki haykiris ve Ben Harper'in sigara bulasmis sesinin muhtesem uyumu sanirim. Harper'in da dedigi gibi

'please bleed, so i know that you are real, so i know that you can feel'

Ben Harper - "Please Bleed" (Dir. Patrick Hoelck) from Patrick Hoelck on Vimeo.



Bu aciya yalvaris aslinda biraz da bu dunya'nin aklimizdaki anlamini az cok saglamlastirmak, gorunebilir hale getirebilmek ugrasi belki de. Atina, Istanbul gibi daginik, duzensiz, kirli ve kaotik sehirlerin insanlari bu rahatsiz verici yasamdan dolayi cogu kez belki de

'is this really living, sometimes it's hard to tell, or is this a kind of gentler hell?'

diye soruyor olabilirler diye umuyorum. Bu tek tarafli bir ovme ya da yerme degil suphesiz ama bu karmasik ihtimaller dunyasinin etkilesiminden cikan sonuclar bence duzenli, planli ve belirli cizgilerin icinde yasamaya mecbur birakilmis hayatlardan cikan sonuclardan daha ilginc, daha umut dolu, daha yasanilasi. Cunku bu sorularin sonucunda ortaya cikan kaosun cocuklari, steril yasamin duzenli ve planli robotlarindan daha cok insan, daha cok canli oluyorlar. Eger herkes gibi yasayacaksam, benden daha once hazirlanmis duzenle birlikte bir seyleri degistirme ihtiyaci duymadan olene kadar yapacagim, yasayacagim her sey planlanmis ve belirlenmisse benim icin yasamanin bir anlami yok cunku o an su cagin en buyuk sancisi, robotlasan, bireyselligini kaybeden sadece bir ize donusen insanlarla dolacak her yer. Duygu lazim, orjinal olmak lazim butun bunlar icin de kaosa girmek ve icinden cikabilmek lazim.


* As suggested by Cagnan!

7 Eylül 2009 Pazartesi

for emma, forever ago.

Can't you find a clue when your eyes are all painted Sinatra blue? ve Seasonal Affective Disorder and my paralyzing fear of winter

Gecen pazarlardan birinde hava sogusun, gunes gorunmesin, disariya cikmak istemeyeyim ve odama biriktireyim gunes bozuntusundan kalma karanliklari diye bir dilekte bulunmustum. Dilegim cok cabuk kabul oldu. Hava sogudu, gunes kayboldu, bulutlar kapladi ismini hak etmeyen gokyuzunu, ama en kotusu de ruzgar geri geldi, hic kaybolmamis, sanki bir yil once geldigimde beni karsilayan ruzgar hic gitmemis gibi. Daha kisliklarimi kaldirali iki ay olmamisken kisliklarimi cikarmam gerektigini cok sert bir dille hatirlatti bana gelen kis. Kisliklarimin arasindan ilk cikardigim sey Bon Iver oldu.

Seasonal Affective Disorder diye psikolojik bir bozukluk varmis, Turkcesi olsa olsa Kis Depresyonu olur diye tahmin ediyorum. Kis mevsiminde moral dusuklugu, depresif duygular, enerji eksikligi, cok uyku, hep yorgun olma hali ve buna benzer belirtileri olan bir major depresyon hali. Kuzey ulkelerinde sik gorulen bu bozukluk gunes benzeri isik yayan yapay lambalarla bir nebze tedavi edilebiliyormus. Dunyanin trajikomik rahatsizliklarindan biri bence bu. Kis aylarinda yasanan gida kitligindan dolayi boyle bir evrilme yasadigimizi iddia edenler de var, yok balik yiyin o zaman gecer diyenler de. Sebebi tam bilinmemekle birlikte gunesin insan bedeninden ote psikolojisini de ne kadar etkilediginin ispati bu. Sadece psikolojisini de degil bir insanin tum hayatini etkileyebilir bence bu. Mesela bundan sonraki tum hayatimi ve kararlarimi buna gore belirleyecek kadar etkilendigimi biliyorum kistan ve soguktan, gunessizlikten.

Bu rahatsizliga sahip biri olarak ben buna baska bir isim koymak istiyorum. Benim gibi insanlara 'weather dependents' densin, kendi klanimizi olusturalim ve gunes neredeyse hep oraya kacalim. Olmadi, yapay lambalardan olusturulmus toplumsal alanlar olusturalim ya da kisin o lambalarin kullanilmasi icin hukuki surec baslatalim. Bir seyler yapalim yani. Ama bunlarin hicbiri belki de ise yaramayacak.Daha once hic SAD sahibi birini gormemistim. Hicbiri olmazsa, ise yaramazsa Bon Iver albumu de resmi muzigi olsun bu grubun, o belki biraz hafifletir her seyi.

2008 yilini yasanabilir kilan, 2009'a gecisteki abzurtlugu ortbas etme geregi duymadan soguga eslik eden, sicaktan soguga keskin gecislere arka plan muzigi olarak hep calan, hayatimda butun sarkilarini sevdigim belki de tek album olan 'For Emma, Forever Ago.' Ilk baslarda bu albumu bir donem albumu zannetmistim, hani olur ya insanin hayatinda belli donemler dinledigi ve tekrardan ne zaman dinlerse dinlesin yine o donemi hatirlatan sarkilardan. Ama oyle degilmis, 'For Emma, Forever Ego' bir kis albumu, her kis tekrar dinlenmeyi mecbur kilan, gunes gorunur mu acaba diye uzun uzun camdan baktigin saatlerde arkada calmasi gereken sarkilari barindirirmis. Albumun genel anlamda olusturdugu butunlugu kirmanin imkani yok, sirasiyla sarkilar caliyor sanki tum album tek bir sarkiymiscasina. Justin Vernon kapandigi bir dagevinde yazmis, kaydetmis bu sarkilari. Sarkilarin birbirinden guzel oldugu bu albumden bir
'en' secmek benim icin zor oldu, cunku hepsinin soyledikleri, muzikal harmoninin, siirsel sozlerle hayata anlam kattigi bir album bu. Belki de o yuzden biraz rastgele sectim buraya koydugum sarkiyi, 'The Wolves (Act I and II)'



Sahiden, gunes gorunur mu belki?

-

'What might have been lost -

Don't bother me!'

Not: Justin Vernon'in grubunun ismi Bon Iver, Fransizca Bon Hiver'in oynanmis hali, anlami iyi kis demekmis.