27 Ağustos 2009 Perşembe

Sev demem, sevme demem!

Sev demem, sevme demem!

Cok sevgili daisy ile Reha Erdem'in 'Hayat Var' adli filmine gitmistik aylar once festival kapsaminda, bugun sans eseri hatirladim filmi ve muziklerini ve filmin anlattiklarini, yazmazsam olmazdi.

Filmin benim icin analizini yapmak ancak Erdem'in muhtesem muzik seckisini yol haritasi olarak alinca mumkun oluyor.

Seveceksin



bazen dertten zevk alacak
bazen aşktan kaçacaksın
bazen boşa geçen güne
pişman olup yanacaksın

Orhan Gencebay diger arabeskcilerin tadini cikaramadigi bir seyi yasadi Turkiye'de. Bircok meslektasinin aksina saygi duyulan biri olarak geldi bugunlere. Ama dogulu ezgiler tasimanin, kimi zaman isyankar, kimi zaman grotesk sarki sozlerinin ve genel anlamda kulturel olarak altlarda kalmisligin simgesi haline getirilmis arabesk muzigin yasamsal alani her ne kadar cok genis olsa da hep daraltilmaya calisilmistir bu topraklarda suphesiz.

Trt yasaklari, batililasmanin getirdigi 'asagilik kompleksi,' dogulu olmanin verdigi utanc ve icimizden cikmis muzigin ve kulturel uretimin reddine tabi ki karsi cikacak birileri oldu, oluyor. Bu kesim Orhan Gencebay ve Muslum Gurses'i bas taci edip bu savasi verdiler suphesiz, anlamak da zor degil hani, kimse bana Orhan Gencebay'in veya Muslum Gurses'in kotu muzik yaptigini soyleyemez, sevmemek isin diger yani ama isin belli bir kalitesi, yillardir biriktirdigi, gecmisi getirip kucagima koydugu bir muzikal harmonisi ve bu harmoninin belli bir sanatsal yeterliligi varsa ben kalitesiz diye nitelendiremem bu sarkilari.

Reha Erdem hangi amacla Orhan Gencebay'i, Mine Kosan'i alip yerlestirmis o harika filme diye dusununce bunlar geliyor iste aklima. Tabi ki iyi de etmis, o filmi benim gozumde bu kadar degerli kilan, bu muzikal farkindaligin ve estetigin yakalanabilmesiydi hem de bunun 'entellektuel'in hep dislamak istedigi arabeskle gerceklesmesiydi. Nuri Bilge Ceylan'in Tarkovski estetigi, batili modernizmi yok bu filmde, Erdem'in icinde biriktirdigi, o sarkilarin estetigi var, iddiasiz ve oldugu gibi, insanin suratina carpan cinsten.

Aklim takildi!



belki sana göre eski kafayım
bir aşkla yetinen anlayıştayım
belki isteyip de yapamadığın
zorluklardayım, aklım takıldı

Iddiali olsun biraz, Turkiye'nin en iyi 'coming of age' filmi olmasinin yaninda ayni zamanda sinemasal dil acisindan tabu yikici ve yaratici, icerik secme acisindansa ozgur ve cesur 'Hayat Var.' Filmin icerigini anlatmak huyum degildir, o acidan pek bir ise yaramayacak bu post. Ama buraya ekledigim sarkilarin bir birlesimi, o sarkilarin birbiriyle carpisip olusturdugu muhtesem bir harman, Turk postmodern sinemanin alin aki.

Ayni zamanda Turk entellektuel cevresinin sinifsal farklari gorup, bu farkindaligi hem politize hem de sanatsal bir estetige donusturdugu filmdir bu benim icin. Arabesk muzik biraz da dinleyicileriyle birlikte yok sayildi zaten bu ulkede, varoslarin, hayatta 'alan' bulamayanlarin sesiydi cogu zaman. Islami burjuvazinin, sol elitin, entellektuel yuksek sinifin hep yok saymayi tercih ettigi, varliklarini bir suc olarak gordukleri, devamli cemberin disina atilmis, hep otekilestirilmis ve bu otekilestirmenin sonucu olarak kendi icinde sikisip kalmis insanlarin sesi bir anlamda arabesk ve bu yuzden de hep kapi disari ediliyor bu ulkenin kulturen sahnesinden. Arabesk kulturun ve yadsinan 'alt' kulturun getiridigi, tasidigi her seyin kutlanacak guzellikte oldugunu iddia edecek kadar naif degilim ama guc sahibi sinifsal gruplarin bu surekli devam eden arabeski asagilama, yok etme kavgasina da karsi cikmak boynumun borcu. Bu film buna da sebep oldugu icin cok onemli benim acimdan.

Dert Bende, Derman Sende



sev demem, sevme demem
sen de benim gibi sev diyemem
ömrümün neşesini seninle buldum,
kaybedemem.

Mine Kosan da ayni kulturel dislamanin kurbani suphesiz ancak filmde 'Dert Bende Derman Sende' calmaya baslayinca, film dilinin olusturabilecegi duygular ulasabilecegi en yuksek noktalara ulasiyor aynen her 'Aklim Takildi' caldiginda oldugu gibi. Reha Erdem'in harika bir gorsel dili oldugu gibi ayni dili muzikal olarak bu denli kuvvetli hale getirebilmesi buyuk basari. Filmin en sarsici yonlerinden biri zaten ses kurgusu, film boyunca devamli duyulan sesler filmdeki gorduklerimize ek olarak da cok sey anlatiyor, tadini kacirmamak icin ayrintiya girmiyorum ama eger olur da izlerseniz filmi, filmin seyirciye dinlettigi seslere dikkat edin derim, karakterlerin ic dunyalari ancak bu kadar guzel anlatilabilirdi.

Hayat'in hikayesi bu, yasamanin ne demek oldugunu bilmeyen, kimseden ogrenme sansi da olmayan, devamli yanlis seylerle karsilasan ve durmaksizin istismara ugrayan bir kiz cocugunun kadin olma yolculugu, daha once hic anlatilmadigi, anlatilamadigi sekilde ve sinema sanatinin verdigi butun olanaklarla. Oyunculara deginmeden bitirmesem dedim ama diyecek bir sey bulamiyorum, ozellike Elit Iscan olmak uzere hepsi insanin canini acitacak kadar iyiler. Keyifle.

Fragman icin, tiklayin.


Not: Simdi surda 'Issiz Adam' portresi olusturma gibi bir cabam yok, onu belirteyim ama bu postun sarkilarindan oyle bir imaj cikma tehlikesi var (gerci bu sarkilar daha 'dogulu' daha 'arabesk' modern adamin yalnizligina gitmez diye dusunebilir bazi insanlar!) diye uyariyorum, yok oyle bir sey!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

And all the pieces that remain!

Hayatta tanidigim en sogukkanli insanlardan oldugunu sandigim bir arkadasimin gozlerimin icine bakarak ask acisini anlatmasi benim de ask hakkinda dusunmeme sebep oldu kac zaman sonra. Yillardir asik olmamanin verdigi sogumusluk ve o ilk heyecanin yasanmamis olmasi beni sogukkanli biri mi yapti bilmiyorum ama arkadasim bana anlatirken derdini insanin aski icin bu kadar aci cekebilmesinin ne kadar dogru oldugunu dusundum durdum. Arkadasim sordu, 'peki nedir, ne olacak, ayrilmadik ama soguk davraniyor bana, ben onu cok seviyorum, intihar etmeyi bile dusundum, ben onsuz yapamam, nasil davranmaliyim?'

Bense dunyanin herhalde en duygusuz, en soguk cevaplarindan birini verdim farkinda olmadan 'Hayatta kimsenin yeri doldurulamaz degil, evet, boyle bir sey var ve ayrilirsaniz, aci cekeceksen cekeceksin, yapacak bir sey yok, sen benden bu isin cozumu olabilecek bir formul istiyor gibisin ama oyle bir formul yok, her sey basladigi gibi bitebilir de ve hic kimse icin kendi hayatina, kendine aci vermek dogru bir karar degildir, cocuk olma, biterse biter, biterse bitsin, baskasi her zaman olacaktir.'

Ben buna inaniyor muyum gercekten?




Yillar once lisenin son senesinde, ilk donemin ilk gununde, ogretmenler odasinin oldugu kata gitmistim simdi hatirlamadigim bir sebepten dolayi. Arkami dondugumde okulda ilk defa gordugum insan evladi cismindeki varliga uzun sure bakakalmistim. Hicbir sey dusunmeden, mideme kramplar girerken, aptal gibi gulumseyerek izlemistim onu. Dunya zamaninda bu ne kadar surdu hatirlamiyorum ve bilmiyorum ama onu gordugum o ilk an ve gozlerimi hic cekmeden bakmaya devam ettigim anlar butunu hala aklimda canli, hala gulumsetebilen cinsten. Bizden onceki insanlar buna bir isim koymuslar zaten, ilk goruste ask demisler. Iflah olmaz bir romantik olarak cok sasirtmamisti beni aslinda bu, hep bekledigim bir sey gibiydi, gelmesini bekledigim bir an gibiydi. Sonrasi tabi ki aciyla dolu bir hikaye bu. Hayatimin en zorlayan donemlerinden birini bu ilk goruste asktan dolayi yasamistim o zamanlar, simdi o insanla ilk once arkadas olup, onun pesinden izmir'e gidip, karakterini tanidikca kendimden de ondan da sogumustum, unutamiyorum. O ilk andaki duygular, o insandaki benim onaylamayacagim butun tutarsizliklar ve karakter bozukluklariyla yok olmaya baslamisti. Disi dunyanin en cekici hali, ici ise etrafimda gormeye tahammul edemeyecegim kadar karanlik ve dar bakisli bir insan. Ve evet, bir sure devam etti bu, kendimi salak hallere sokarak, siirler yazarak ama bitti sonunda.

Yasamdaki olaylari ve 'seyleri' siniflandirma ve siralandirma hastaligmizdan dolayi geliyor bircok sey basimiza. Ilk ask, o da yetmiyor ilk goruste ask, ya da sonuncu olmak. Ya da baska bir suru seyde ilk ya da son olmak, ilk ya da sonuncuyu yasamak, yapmak. Bu kulturel takintinin bedelini odemek zor oluyor cogu zaman, cunku ilk olmamayi kaldiramiyor bazen insanlar ya da son olmak icin ellerinden geleni yapiyorlar. Bunun sebebini dusundum durdum bugun, ilke olan bu bagimlilik ve takinti nereden geliyor.

Emin olmamakla birlikte tahminim insanin disaridan bir seylerin hayati duzenledigi, ayarladigi ve bizim icin en guzel seyi tasarlayip onumuze sunacagi yanilgisi ve bu yanilgiya duyulan sonsuz ama gizli guven. Oyle bir an olacak ki, o an her seyi silip supurecek, sadece tek bir an, ya da ilk ya da son, zamandaki bir nokta tum hayati anlamli hale getirebilecek gucte olacak ruyasi. Yok boyle bir sey. Her ne kadar boyle bir degisim ve aydinlanma ani hayati cok kolay kilacak olsa da bunun aslinda var olmadiginin bilincinde olmak da zorlastirabiliyor maalesef. Hayir, hayatta tek bir an ya da olay, ilk ya da son degistirmeyecek hayatin temel yapisini. Hayatin genel anlamda yapilabilecek tanimi buna aykiri zaten, bir surecten bir sonuc cikarma hevesi, insanoglunun en aci ozelliklerinden olsa gerek.

Bunlari dusunmek mi beni boyle yapti diye merak ediyorum? Insan ilk goruste asik olabilir mi hakikaten ya da bu ne demektir? Boyle bir sey mumkun mudur? Ve boyle bir sey icin her seyi feda edebilecek tutarlilikta sevmek mumkun mudur, mantikli midir?

Ben her ne kadar inanmiyorum desem de, her ne kadar bu kulturel takintinin aslinda bir ruyadan baska bir sey olmadigini iddia etsem de, yillar once, o baha\sini ettigim andaki gibi duygulari tekrardan yasamaya hayir demeyecegim. Belki de ozledigim bu, belki de bunun gerceklesmemis olmasi bu kadar soguk bir cevap vermeme sebep oldu arkadasima. Bilmiyorum ama her seye ragmen o saniyelik zamandaki sikisma ve gokyuzunde ucuyormus hissi, ellerini kontrol edemeyisin, gozlerini kirpmadan bir insana tum hayatin mutlulugunu sikistirarak bakmanin verdigi bedensel haz ve tuylerinin dans etmeye baslamasi, midenden yukari kelebeklerin umarsizca ucmaya, ve seni de bu ucusa durmaksizin davet etmeye calismasi ve bunlarin birlesiminden olusan o birkac saniyelik zamandaki yogunluk, bu an belki de hayatin tamamina bedel olabilecek bir andir, kim bilir ama The Album Leaf'in Always for You adli muhtesem sarkisi (ve bu postun soundtrack'i) biraz bahsediyor muhtemel aciklamalardan, hem de cok guzel yapiyor, son gunlerin yeni kesfi, keyifle.

Omrumu yedin Martin!

Babazula gider en iyi buna.

3 ayda ogrendigi turkce'siyle catir catir turkce konusup, Almanya'da aylardir yasamama ragmen 'hebele'den oteye gidemeyen almancam yuzunden beni bunalima sokan, hayati zehir eden adam Martin. Guya bulusup ben onun turkcesine o benim almancama yardim edecekti, simdi surdan bir sey demek istiyorum sana Martin 'Allah belani versin, omrumden omur yedin, bunalima soktun'

Bir de utanmadan facebook'ta yazdiklarina bakin bugun, git lan bi git.

23 Ağustos 2009 Pazar

I know the pieces fit!

'time heals, time congeals around us,
painless hours of endless motion,
understanding's not demanding,
you can't hide what you feel inside'


Boyle baslasin ilk once, gecmise dair her seyi anlatabilecek kadar guclu.

'I know the pieces fit, cause I watched them fall away'

Yanlis insanlara dusebiliriz evet, yanlis secimler de yapabiliriz, istemedigimiz bir insana da donustugumuzu fark edebiliriz ama eninde sonunda onemli olan nasil bir insan olmayi secebilecegimiz sanirim. Kolay degil ama var boyle bir sey. Su son iki gunde aldigim kararlari uygulamak gecmisimi dusununce zor gibi gorunse de artik bitti diyebiliyorum, cunku olmak istedigim insani secmek zorundayim ve istiyorum. Artik karanligin icinde hic taninmamis yuzlere bakmayacagim, ya da hayatta belki de en cok deger verdigim seyin umudunu, tuvalete girip sifonu cekmekten farkli bir hale getirebilmeliyim. Ben ne zaman bunlari yapabilecek bir insan oldum ki zaten, onu bile hatirlamiyorum ama su anda bi esikten gectigimin farkindayim ve hic bu kadar da emin olmamistim.

'cold silence has a tendency to atrophy any
sense of compassion
between supposed lovers/brothers'



Tool benim icin artik zaten bir pazar gunu klasigi, niye oluyor bilmiyorum ama pazar gunleri tool dinleme oranimin sikligini anlamak gercekten zor geliyor bir iki istisna disinda. Basliyor sirayla, you lied'i bagirarak soylemek istiyorum, kosarak, karanlik bir yolda, nefes alamayana kadar. Sonra 'sober' beni parmagiyla isaret ediyor ve soyluyoruz beraber

'mother mary won't you whisper
something but what's past and done
trust me. i want what i want'

Parabol, Parabola ve Schism pespese gelmeli, overdose tehlikesi olsa da, why do i have to be sober?

Tool en cok pazar gunune yakisiyor. Hava soguyup da disariya adim atma istegim de tamamen yok oldugunda, daha da yakisacak odama Maynard'in sesi. Gelsin artik kis, sogusun hava, en azindan disariya, gunese, sicaga gitme istegim de kaybolsun artik. Bazi seyler degismek zorundaysa eger bazi seyleri kabullenmekle gerceklesecek sanirim sadece bu.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Yaylilarina kurban ya habibi!

Gecen postun uzerine son iki gunde yasadiklarim romantik komedi tadi verse de biraz, kufrettirse de, so36'min gelmesi (cis gelmesi gibi bir sey artik bu) ve oryantal caz'in ellerine dusmem bir sekilde anlatilmali su blogda.

Dun uzun suredir ha verecegim, ha verdim diye bekledigim kitaplari Staatsbibliothek'e vermek icin yola ciktim aksam uzeri. Aksam uzeri dedigime bakmayin, Berlin'de hava bozdu yine o yuzden saat 6 aksam gibi geliyor artik. Neyse otobusu kacirdigim icin istasyona yurumem gerekti, ordan aktarmayla Potsdamer Platz'a ulastim kolayca. Saat 8'de bir arkadasla yemek sozum var tabi o yuzden biraz tirsarak gecikmesem bari diye hareket ediyorum. Yeraltindan cikmayi hedefledigim anda bastiran yagmur yuzunden bekleyeyim bari dedim, bekledim. Yagmur yavasladi diye ciktim yurumeye basladim, tabi ki semsiyesi olmayan tek insan bendim, Alman olmadigim bu kadar belli olmamistir daha once sanirim. Neyse yagmur yine hizlandi, islandim falan ama bir sekilde ulastim kutuphaneye. Ama kutuphane kapanmis. Ne guzel. Hak ettim ben diyerek cok gitmedim ustune olayin.

Bugun saat 1e kadar acik olan kutuphaneye yetiseyim diye 4 saatlik uykuyla kalktim gittim yine. Yanlis durakta indim. Yagmur yoktu evet ama kutuphaneye ulasinca bu sefer tadilat icin kapali oldugunu gormek kufretmenin lezzetini daha da artirdi.

Kafama takmayacagim bunlari. Oryantal caz sagolsun. Natacha Atlas'i bilenler bilir, bu kadinin sesi, sarki soyleyis sekli, sahnedeki durusu bana tarif edilemez duygular yasatiyor. 1 Mayis'da Kreuzberg'de Oryantal Caz dinledim diye triplere girmistim, ha o zaman ilk defa duymustum zaten oryantal cazin ne oldugunu ama eridim, oyle soyleyeyim. Bugun de bu rezilliklerin ustune eve ulasinca sans eseri Natacha Atlas'in 'I put a spell on you' yorumuna denk geldim. Ya Rab bu nasil bir kadindir, bu nasil bir sestir, bu nasil bir yilan gibi kivrilmaktir oyle. Arapcanin kaba bir dil oludugunu kim soylemis, Natacha Atlas soyleyince Arapcadan guzel dil mi var diyor insan. Ha sen bir de al boyle harika bir sarkiya dogu ezgilerini oyle guzel yedir, sonra bunu bir guzel de soyle, ben ne yapayim. Kulturel cesitlilik ne sevimli bir sey ve kulturlerin birlesiminden ortaya cikan muhtesem eserler beni mutlu ediyor, resmen. To do list'ime (boyle bir listem yok da bu vasitayla olsun iste) Natacha Atlas'in konserine gidip erimeyi ekliyorum. Performans 18 dakika, biraz uzun evet ama ben tadina doyamiyorum bir turlu. Merak eden varsa diye,

21 Ağustos 2009 Cuma

Open to everything happy and sad

Biraz soundtrack'i olan bir gunluge donusme egilimini fark etsem de bu blogun, yazmadan edemeyecegim.

"All that we needed was right
The fresh hold is breaking tonight"

Her seyin boka sarma ihtimalinin varligi. Bir anda hic beklemezken, her seyin darmadagin olmasi. Hayir, bir sey oldugundan degil, ama ya her sey darmadagin olursa korkusu bahsettigim. Darmadagin olacak ne var ki diyebilirim de aslinda, olsun ama oldugu kadariyla bile kendi kendime cizdigim cigilerin yok olmasi, kurdugum koprulerin yakilmasi, cektigim resimlerin solmasi korkutucu. Bunu korkutucu yapan da en cok aniden olabilme ihtimali. Yine de, her seye ragmen, butun bu gel-gitli ruh halinin yarattigi negatiflige karsin,

"Open to everything happy and sad
Seeing the good when it's all going bad
Seeing the sun when i can't really see
Hoping the sun will at least look at me"

demek lazim belki de. Ama isin garip yani bu klise optimizm ancak Moby'nin melankoli yumagi sarkisinda etkili olabiliyor ve biraz da kendi kendini iptal ediyor aslinda. Oyle iste.

This Sweet Love - James Yuill

James Yuill'den gelsin bu sefer de. This sweet love diye harika bir sarki.

This Sweet Love - James Yuill from Alex Emslie on Vimeo.

Fonda o caladursun, ellesmeyin. Soyle de harika sozlere sahip, tam yaz sarkisi, asik olma sarkisi, asik olup sahillerde kosturmaca sarkisi, asik olmayi isteten sarki. Tamam anladik.

Be, the greatest man in history
The greatest man that you can be
Just be

Walk, walk out on the beach with me
Walk out in the sea with me
Just be

All of the time you show me your love
Sweet love
And oh, how you know
This sweet love

Nights, cold nights wrapped in ecstasy
Those times still perplexing be
They just be

All of the time you show me your love
Sweet love
And oh how you know
This sweet love

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Otel Odalarinin Cekiciligi ve Otel Odasi Portreleri


Ankara'daki universite yillarimda hep hayalini kurdugum bir sey vardi. Yeterli paraya ulasir ulasmaz, ve cesaretimi de toplayip Istanbul'a gitmek. Hayalin onemli kismi Istanbul'da olmasi suphesiz ama Istanbul'da birkac haftaligina bir otel odasina yerlesmekti dusunu kurdugum sey. Ve sonrasinda yazmak, gunlerce, durmadan. Aklimdaki romantik fikirlerin olusturdugu bu hayal tabi ki yazi masasini pencerenin hemen onune koyuyordu, perde ruzgardan sallaniyor, yazarken sigara ustune sigara iciyordum. Telefonsuz, internetsiz, ve iletisimden kopuk, sadece tek basima, kimsenin beni bilmedigi ve benim neredeyse kimseyi bilmedigim sehirde, kucuk ve muhtemelen izbe bir otel odasinda hayatimin en iyi yazilarini yazmak. Iyiden kasit farkli suphesiz, benim istedigim seyleri istegim gibi yazabilmek. Oraya gidebilsem, bunu gerceklestirebilsem her seyi degistirebilecek guce ulasacagimi saniyordum o zamanlar. Otel odalarinin boyle bir cekiciligi var bende ezelden beri. Gidemedim de Istanbul'a, kalamadim da otelde ve yazamadim da. Hayalimi gerceklestirememis olmanin verdigi rahatsizlik simdi otel odalarina karsi duydugum hislerle karisiyor ve otel odalarinin cekiciligine birakiyorum kendimi.


Niye bir insan otel odalarini cekici bulur, neden bu dusunce heyecanlandirir birini. Cevabini tam bilmesem de az cok tahmin ediyorum. Bilmedigim ve bana ait bir otel odasi, yasamsal alanimi cizebilmemin yegane yollarindan biri belki de ama en onemlisi otel odalarinin anlami sinirsiz firsatlarin ve imkanlarin ortaya cikmasiyla esdeger olmasi sanirim bilincimde. Aitlik hissinin kayboldugu ve gecici oldugunu bildigin bir hayata, meta duzeyinde de ayni geciciligi yuklemek ve oyle yasamak. Ayni duygularin yola cikardigi ben simdi 'yerlesmek' duygusundan korkuyorum. 'Yerlesmek' ve hayatimi sabitlemek kendime yapabilecegim en buyuk kotuluklerden biri olacaktir sanirim. O yuzden otel odalari hala heyecanlandiriyor beni, gidecegim sehirlerde kalacagim otel odalarina hayaller yukluyorum. Bir gun gerceklesecek ve Istanbul'da da kalacagim bir otelde ve yazacagim, durmadan ama yasamaya da devam ederek.


Bu hayallarimin arasinda gezinirken, Richard Renaldi'nin fotograflarina denk gelmek ise suphesiz mutlulukla karisik bir heyecan uyandirdi icimde. Diger fotograf serilerinin arasinda en cok ilgimi ceken 'Hotel Room Portraits' oldu suphesiz. Bahsini ettigim sonsuz firsat ve imkanin vuku bulma ihtimalini yansitiyor bu fotograflar benim icin. Ayni zamanda zamanin akiskanligina beyhude atilan cizikler ve insanin en buyuk ugraslarindan, iz birakabilme kaygilarindan yekpare bir calisma. Her fotografta gordugumuz cift, gecip gittikleri, gecmiste kaldiginin ispati olan portrelerini ve durakladiklari yerlerde artik olmadiklarinin sarkisini soyluyorlar. Kisisel tarih olusturma cabasinin estetigi en guzel otel odalarinda anlatilabilirdi suphesiz ama gerekli olan surekliligi saglamak da ancak 'self-portrait'le mumkun sanirim. Cok sey soyluyor bu fotograflar ve cok da guzel soyluyor soyleyeceklerini.

Two Weeks - Grizzly Bear

Yillardir muzik dinliyorum suphesiz, alti yasimda baslamamis olabilirim ama gecen zamanda muzige olan bagimliligim ve internetin sagladigi kolaylikla yuzlerce grup, sarkici ve binlerce sarki dinlemisimdir. Son yillarda dinledigim neredeyse her yeni sarkida heyecanlansam da bu heyecan gecici ve devamli bir tekrar etme duygusuyla karisik siradanliga birakiyordu kendini sik sik. Arada istisnalar oluyor evet ama bu istisnalar o kadar nadirlesti ki bazen yillardir yeni bir sey dinlememisim gibi hissederim. Korkutucu bir sey bu. Gecen ayin sonuna dogru guzel bir surprizle karsilasmistim, Horse Feathers (Finch on Saturday'i dinlemek icin devam edin, calsin arkada) diye bir grupla. Bazen muzigin tikanma noktalari olabilir suphesiz ama kimi insanlar, gercekten bu isi yapabilenler bu tikanma noktalarindan cikip gidiyorlar evet. Horse Feathers'i dinlerken yazmak istemistim ama vakit olmadigi icin uzerinde cok duramayacagim. Bugunun asil kesfi Grizzly Bear.

Bugun iste bunu degistiren, bunu bozan bir sarki dinledim Grizzly Bear'den, 'Two Weeks.' Sarkinin tamamen sans eseri, bir hayran videosuyla karsima cikmasi da garipti evet. East Side Gallery'de, irmagin kenarinda gecen gunesli ve serin bir gunden sonra gunu tamamlayacak en guzel hediyeydi bu. Oturup sarkinin analizini yapmak istemiyorum ama en belirgin ozelligi sanirim Brian Eno gibi kendine has bir 'hareket' hissi yaratmasi. I'll come running to tie your shoes dediginde ne hissediyorsam az cok, two weeks'i dinlerken de ayni gucte bir hareketlenme hissediyorum. Bu benzetme biraz hatali aslinda, muzikal acidan con benzestiklerini soylemek de dogru olmaz, bahsettigim daha cok sanirim sarki sozleri ve muzikal harmoninin dinlerken yarattigi 'kayma' hissi, zaman ve mekandaki hareket duygusu. Ben bunu hissedebiliyorum evet, ne mutlu bana. Bunun ustune bir de hayranlarindan biri guzel bir video hazirlamis, guzel demenin kucumsemek olacagini da belirtmem gerekiyor muhakkak. Izleyin ve dinleyin. Yine icimdeki idealist naif konusacak belki ama dunya'da mumkun olan seyler, gerceklestirilebilen bazi 'seyler' beni mutlu ediyor. Bu da onlardan biri, salt bunu deneyimleyebilmenin zevkinden bahsediyorum. Buyrun.

Two Weeks - Grizzly Bear from Gabe Askew on Vimeo.

I'm ready!

Tracy Chapman'in 'I'm ready' diye bir sarkisi var bilmem bilir misiniz? Soyle basliyor sarki;

'I want to wake up and know where I'm going.'

Iste bir sarkinin siir gibi sozlerinde yine dalip gittim bugun. Benim istedigim de bu evet, uyandigim anda nereye gidecegimi biliyor olmak ve buna hazir olmak, olabilmek ve kalkip gitmek 'oraya' her neresiyse orasi. Orasini bilmiyorum ben, bulamadim hala. Ankara'dan basladigim yolda, ugradigim sehirlerde aradim hep, ya da ugramayi hayal ettigim sehirlere gitmekle umdum bulacagimi. Ankara'dan ilk cikisimda cok uzakalra gittim. Hayatimin akisini da degistiren zaten bu oldu belki de biraz, yoksa hala Ankara'da yasiyor-mus gibi yapmaya devam ederdim belki de. Ama orada yasamadim, orada da ziyaretciydim. Turistle gezginin farkini bilir misiniz? Turisttim ben iste, gezgin degil ama gezgin olmak isterdim hep. Sonra neredeyse tam bir sene once Berlin'de buldum kendimi. Ilk geldigim gun ramazan bayraminin ikinci gunu, ekim ayinin basiydi. Tek basima, iki buyuk bavul ve iki sirt cantasiyla, iki ucak aktarmasiyla ulastim Tegel Havaalanina. Sonra iki otobus aktarmasiyla kalacagim muhitin yolunu tuttum. Bunlar hayatimda unutmayacagim zamanlarin baslangicinin hafiza noktalari, hayatimin cok guzel oldugu degil ama hayat-im diyebildigim zamanlarin baslangici oldugu icin hala hafizamda taptaze. O gun Eseboga'dan ucaga bindigimde ilk calan sarki mp3 calarimda Tracy Chapman'dan bir sarkiydi yine, 'The Promise.' O zamanlar bir sevgilim vardi, simdi adini anmaktan, yuzunu gormekten, cehennem zebanilerine bulasmaktan kacar gibi kactigim ama o zamanlar ne oldugunu bilmedigim ilk askin son kirintilari ya da bogulmama cabalarinin son demleriydi. Hala sevdigimi zannederdim, simdi anliyorum aslinda sevmedigimi, ve bitmesini isteyip de hicbir sey yapamadigimi. Berlin'e gelmek, damarlarimdan kanimi emen bir sulukten kurtulmanin bilincaltimdaki yansimasiydi suphesiz. Ama sadece bir sulugun kanimi emmesi degildi sorun, aileyle yasamak belli bir yasa gelince imkansiz ve zararli bir seymis, yasayarak ogrendim. Butun bunlarin da dunyanin en gereksiz sehirlerinden Ankara'da, en anlamsiz sokaklarinda, gri renginin her seyi boyadigi o lanet yerde olmasi butun sikintilari costuran, bardagi tasiran son damla oldu sanirim. Ankara'dan hep Istanbul'a gitmek isterdim, ilk askimin acisini cektigim 15 yasimda Istanbul gidecegim sehirdi, en uzak, en cok imkanin oldugu, tamamen her seyin degisecegi yer. Ama gidemedim.

Ve sonra Berlin'e geldim. Geldigim gunlerde kan emici suluk hala rahatiz etmeye devam etti beni, ben de alisamamistim zaten almancanin melodisizligine, kavga eder gibi gelen yankisina. Ama suluk tenimden koptugunda ve ben kendimi aynada yeniden gordugumde, 'The Promise' anlamini kaybetti. Ben fark ettim ki aslinda kendime soz vermistim o ilk gun sabahin altisinda ucaga binerken, baskasina degil ya da baskasi bana degil ve sozumu tuttum. Ariyorum simdi orayi, ve bir gun uyandigimda nereye gidecegimi biliyor olacagim ve hazir olacagim gitmeye. Ve o ana kadar gecen her sey beni ben yapan, yasadigim seyler bir hazine gibi dizilecek yanibasima.

18 Ağustos 2009 Salı

Vanilyali yesil cay.

Berlin'e geleli uc gun oldu, uc gun icinde daginik, pis odami toplama girisimlerimin hepsi de basarisiz oldu. Bi seyler yapmali.

Vanilyali yesil cayimi icerken bir sigara daha yakmak pek fayda etmiyor bu ise, bir de utanmadan caz dinliyorum su saatte. Bugun arkadaslardan biriyle bulusacagim, bulusmadan once biraz toparlasam su odayi diyorum, sonra bir is bulsam, para suyunu cekmek uzere, bir de bankaya gidip bloke olan hesabimi actirsam tekrardan, sonra isten para kazansam biraz da rahatlasam. Bir tatile gidebilsem, denize girebilsem her gun. Yaz bitmek uzere, bense denizde yuzmeye en yakin sey olarak denizi gormekle avundum bi kac hafta once. Yuzmek lazim, suya sarilmak lazim.

Gecenin tam dordunde

Bu kadar cok sigara icmesem, icmeyebilsem keske.

Bir zamanlar siirler de yazardim ben, cok zaman once, simdi yazamiyorum ya da yazmiyorum tam olarak bilmiyorum.

Berlin'de gunes acabiliyormus, ama gece yasayip, gunduz uyuyan ben gibiler icin, maalesef bir sey ifade edemiyor, ustelik tum kis boyunca soguktan dert yanip, yazi bekledikten sonra parlayan gunes kendi kendine devam ediyormus.

Everybody knows.

Leonard Cohen, ben Istanbul'un havasini solurken, Istiklal'de adimlarimi atarken, cikip sarkilarini soyledi ayni sehirde, ben gidemedim ama eve gidince 'everybody knows' sarkisini dinledim hemen , kacirdigim bu tanimlanamaz deneyimin acisini artirmak istercesine. Sonra tekrar dinledim ve tekrar, durmadan. Bir sarkinin hayat felsefesi olabilecek gucte olabilecegine inanmak istemiyordum tabi ki, ya da devamli dinleyip sulu sepken bir hayran modunda da zamanimi gecirmek degildi amacim ama yine de bu sarkida surekli tekrarlanan 'everybody knows' cumleciginin uzerimde biraktigi etkiye engel olamiyorum. Cohen'in israrla anlatmaya calistigi seyleri ben bilmiyordum mesela, ben yavas yavas ogreniyorum bunlari, yasayarak, nasihatlerin anlamsizligina klise bir karsi cikis degil bu, safca ve icten bir itiraf biraz. Yanlis anlasilmasin, naif bir insan oldugumu iddia etmiyorum etsem de ne degisecek bilmiyorum ama Cohen'in bildiklerini ve ona ek olarak belki de milyonlarca insanin bildiklerini ben bilmiyormusum.

Insanin belli bir yasta ya da belli bir birikimle bunlari bilmesi gerektigini dusunuyordum sanirim bilincimin gizli kisimlarinda, Cohen'in de boyle bildigini saniyordum ama simdi, butun olanlardan sonra Cohen'in bu sozleri aslinda teker teker yasarak yazdigini anlamanin rahatsizligi ve kendim de ayni seyleri yasadiktan sonra bunun boyle guzel bir sarki haline getirilebilmis olmasiyla buyulenip baskoseme koyuyorum bu sarkiyi. That's how it goes. Ve biraz da aslinda 'biliyorum ben aslinda' durusumun tamamen yok olmasinin sarkisi bu, bildigimi iddia ettigim seylere aslinda idealist bir edayla gizlice karsi cikip, hayalimdeki mukemmele yakin dunya gorusunun yerin dibine gecmesinin kutlamasi, ondandir rahatsizligim diye tahmin ediyorum.

Dinlemek isteyen olursa diye, ya da bu sarkiyi hala bilmeyen varsa bi zahmet, buradan buyurun.

Leonard Cohen - Everybody Knows

Ve basliyor...

Herkesin bir blogu var diyerek basliyor bu ugras simdilik, biraz da yazma sikligimi artirmak, yazmayla olan arami duzeltek adina ve biraz da cahilliklerimi anlatmak icin, bilmedigim seyleri soylemek, bildiklerimi ima etmek icin basliyorum.

Cok sey bilmiyorum, cok az sey biliyorum, biraz yasadim, hala da yasiyorum. Her gun yasadikca, ogrendigim, gordugum, sasirdigim bir cok seyin bir parcam olmasini, yanimda kalmasini istiyorum artik ve saskinligimi paylasmanin vaktinin geldigini soyluyor icimden bir ses, biraz seytanin soyle dedigi durumlari, biraz dur bakalim ne soyleyecegim meraki.

Blogun basligi ahlaksiz oldugum icin ya da ahlak kavramina bir tanim yapip da reddettigim icin 'genel ahlaksiz' degil, bu kavramin hala kullanilabilirliginin boyutlarini sinamak ve hatta mumkun olursa biraz da bu donguyu rahatsiz etmek icin 'genel ahlaksiz.'

Bunu niye acikladigimi bile bilmiyorum aslinda, hadi bakalim.